Herbert Spencer, sosyolojinin toplumların sistemli doğasını incelemesi gerektiğini ve sosyolojik analizin de toplumu oluşturan parçaların, bu parçalar arasındaki ilişkilerin ve toplum için gördükleri işlevlerin belirlenmesi çerçevesinde yapılması gerektiğini ileri sürmektedir (Cuff vd., 1989:29). Spencer’in ‘toplumu oluşturan parçalar’ ile kastettiği toplumsal kurumlardır. Pozitivist organizmacı anlayışı çerçevesinde Spencer toplumsal kurumları bir üst organizma (hiperorganzima) olan toplumun uzmanlaşmış organları olarak görmüş ve bu kurumları destekleyici kurumlar (aile ve akrabalık), dağıtıcı kurumlar (ekonomi) ve düzenleyici kurumlar (din ve siyasal sistemler) şeklinde sınıflandırmıştır (Maus, 1998:19).
Spencer’e göre bütün toplumlar önce farklılaşmamış bir birlik durumundadırlar, evrim sürecinde büyür, gelişir, farklılaşır ve karmaşıklaşırlar. Spencer, doğadaki denge gibi toplumda da toplumsal bütünün çeşitli parçaları arasında bir denge olduğunu, bu dengenin bozulması halinde yeni bir ahlaki uzlaşma yaşandığını ve yeni bir toplumsal düzenin ortaya çıktığını, böylece farklılaşan toplumsal parçalarla yeni ilişkilerin kurulduğunu belirtir (Slattery, 1991:283). Bu toplumsal evrim süreci içinde insan toplumları, henüz yapısal olarak farklılaşmamış olan, merkezileşmiş bir devletin ve statüye dayalı katı bir hiyerarşik yapının hakim olduğu savaşçı (militan) toplumlardan, yapısal olarak farklılaşmış ve karmaşıklaşmış olan, merkezsiz ve bireyci nitelikteki endüstri toplumuna doğru doğal olarak evrimleşmiştir (Swingewood, 1998:77). Böylece Spencer, doğadaki türler gibi toplumların da kabilevi topluluklardan karmaşık endüstri toplumlarına doğru evrildiğini ileri sürer. Başka bir deyişle evrim sürecinde toplumların yapısı ve işlevleri zamanla değişir. İnsan toplumları basit homojen toplumlardan karmaşık heterojen toplumlar olacak şekilde doğal olarak evrimleşirler. Spencer’ın “doğal olarak evrimleşme” ile kastettiği, bu evrim sürecinde bireysel niyetlerin ya da güdülerin etkili olmamasıdır
Spencer toplumların evrim süreçlerinin birbirinden farklı olabileceğini, kültürel özellikleri ya da yaşadıkları coğrafyanın koşulları nedeniyle çeşitli toplumların farklı düzeylerde ya da farklı biçimlerde evrimleşebileceklerini belirtir; ama yine de bütün toplumların aynı evrim yasasına bağlı olduğunu ve aynı evrim süreçlerinden geçtiğini vurgular. Buradan da anlaşılabileceği gibi Comte’un teorisindeki tarihsel boyut Spencer’ın teorisinde yoktur, Spencer’ın teorisi tarih dışı ve anti-hümanisttir (Swingewood, 1998:76).
Spencer, Darwin’in ‘doğal seleksiyon (ayıklanma)’ yaklaşımını ve Lamarc’ın edinilmiş karakteristik özelliklerin miras kaldığına ilişkin teorisini kabul etmiş, buna dayanarak insanlığın evrim sürecinde hem zihinsel hem de fiziksel olarak önceki nesillerden aldığı özellikleri geliştireceğini ve giderek entelektüel mükemmelliğe ulaşacağını ileri sürmüştür (Swingewood, 1998:74). Ancak Spencer’a göre toplumun doğal dengesine yapılacak bir müdahale, bu gelişimi engelleyecektir; bu nedenle devlet müdahalesine, toplumsal reformlara ve Comte’un bahsettiği türden toplumsal düzenlemeye karşı çıkarak doğal seleksiyonu savunmuştur. Diğer bir deyişle Spencer’e göre, toplumda işbirliği sayesinde oluşmuş bir uzlaşma vardır, bunu bozacak herhangi bir dış müdahale söz konusu olursa bütün sistemin dengesi tehlikeye girer, dolayısıyla devlet müdahalesi sisteme yönelik bir tehdittir.
Doğal seleksiyon fikrini benimseyen Spencer’e göre doğada olduğu gibi toplumda da güçlü olanlar hayatta kalmalı, zayıf olanlar elenmelidir. Bu çerçevede Spencer’e göre devletin eğitim ve sağlık hizmetlerini ücretsiz olarak sunması ya da parasız devlet kütüphaneleri kurması gibi etkinlikleri, toplumun en zayıf olan üyelerinin yapay bir şekilde korunmasıdır. Bu da, yapay olarak korunmadıkları takdirde elenecek olan bu üyelerin hayatta kalarak toplumun ahlaki ve entelektüel standartlarını düşürmesi anlamına gelir (Slattery, 1991:284).
Spencer’a göre toplumda hayatta kalmak için yeterince güçlü olmayanlara devlet desteğiyle bakılması bu grupların nüfusunu artırarak gelecek kuşakların mükemmelliğe ulaşmasını engelleyecektir. Bu nedenle nasıl doğa zayıf olanlardan kurtulmaya çalışıyorsa, toplum da zayıfları elemeli, onlardan kurtulmalıdır. Zaten Spencer’a göre “eğer bu kişiler yaşamlarını sürdürebilecek kadar yeterli değillerse öleceklerdir ve en iyi de ölmeleri olacaktır” (Spencer, 1864:415’ten aktaran Hergenhahn, 2005:272). Doğal evrim sürecinde olduğu gibi toplumsal evrim sürecinde de çevresine uyum sağlayamayanların eleneceği düşüncesi şeklinde özetlenebilecek olan bu düşünce genel olarak Sosyal Darwinizm olarak adlandırılmış, Spencer Sosyal Darwinizm teorisinin kurucusu kabul edilmiştir (Swingewood, 1998:79). Spencer’ın doğal ayıklanma konusundaki görüşleri ve Sosyal Darwinizm teorisi ırkçı görüş ve politikalar tarafından benimsenmiş, çeşitli ırk ve/veya ulusların diğerlerinden daha üstün olduğu görüşünü veya yoksul, hasta, suçlu ya da özürlü olanları dışlamaya yönelik politikaları desteklemek için kullanılmış, ancak ırksal ayrımcılık etrafında örgütlenen toplumların tarihsel olarak çökmesiyle birlikte Sosyal Darwinizm teorisi de gücünü kaybetmiştir (Slattery, 1991:284).
Toplumu bir organizma olarak düşünmesi, Spencer’ın toplum içindeki grupların çıkarlarının farklılaştığını görmesini engellemiş, çıkarı sadece bireysel olarak algılamasına ve sınıf çıkarı, grup çıkarı gibi olgularla ilgilenmemesine neden olmuştur. Spencer’e göre bireysel amaçlar Adam Smith’in teorisindeki gibi bir “gizli el” sayesinde toplumun ortak yararı doğrultusunda birleşir. Böylece bireylerin bilincinden ve niyetinden bağımsız olarak bütün bireysel eylemler toplumun ihtiyaçlarına hizmet etmiş olur (Swingewood, 1998:78).
Spencer’in toplum modeli planlı değişmeyi ve yapay inşaları içeren bir mekanizma metaforuna değil, dıştan empoze edilen bir gelişmenin zorunlu olmadığı, kendiliğinden büyüyen bir organizma metaforuna dayanır. Bu nokta önemlidir; çünkü Spencer’ın toplum modeline kaynak olarak organizmayı alması, toplumsal yaşamın yasa benzeri düzenliliklerini belirleme isteğinden, bu yöndeki pozitivist çabasından kaynaklanmaktadır; çünkü bu yasa benzeri düzenlilikler ampirik olarak gözlenebilir olan fenomenlerin incelenmesiyle ortaya konacaktır. Diğer bir deyişle gözlemlenebilir düzenlilikleri üreten süreçleri ve bunun altında yatan mekanizmaları değil, gözlemlenebilir düzenlilikleri ortaya koymaya, gözlemlenebilenler arasında bir dizi yasa benzeri ilişkiyi içeren bir toplum modeli kurmaya çalışmaktadır (Keat ve Urry, 1994:96).
Spencer’ın sosyolojisinin önemi, toplumu bir yapı, bir sistem olarak kavrayabilmiş olmasının yanı sıra, Comte’tan farklı olarak endüstrileşmeyi ademi merkeziyetçi bir toplumsal örgütlenme biçimiyle özdeşleştirmiş olması, toplumda birey sayısı kadar çok merkez olduğunu, dolayısıyla toplumun merkezi olmayan bir yapı olduğunu savunarak sivil topluma ve sivil toplumun devletten ayrılmasına odaklanmasıdır (Swingewood, 1998:79). Diğer bir deyişle Spencer’ın sosyolojiye en büyük katkısı, yapının ve işlevlerin farklılaştığı, karmaşıklaşmış ve gelişmiş bir toplum olan endüstri toplumunun ve bu toplumdaki ilişkilerin tek bir merkeze sahip olmadığı şeklindeki görüşüdür.
Spencer’in pozitivist organizmacılık ile bireyciliği birleştirmesi, bir ikiliğe yol açmıştır; çünkü bir yandan toplumu bireylerin toplamı olarak görmüş ve bu nedenle sosyolojik analizin bireylerin biyolojik ve psikolojik özelliklerine odaklanması gerektiğini savunmuş, diğer yandan ise toplumu evrimleşerek karmaşıklaşmış bir yapıya sahip olan bir sistem olarak tanımlamıştır.
Spencer’ın teorisi, (a) endüstrileşmeyi tarihsel ve sınıfsal boyutundan soyutlayarak ele alması (Swingewood, 1998:79), (b) savunduğu liberal bireycilik ile toplumun evrimleşmek ve ilerlemek için duyduğu ihtiyaçlar arasındaki çelişkiyi çözmemesi ve (c) doğal seçilimle ilgili düşüncelerinin mevcut düzeni ve eşitsizlikleri meşrulaştırması, haklı göstermesi ve anti-hümanist politikaları desteklemeye elverişli olması açılarından eleştirilmiş ve 1900’lerin başlarında gücünü ve popülerliğini yitirmiştir (Slattery, 1991:285-6).
Spencer’e göre bütün toplumlar önce farklılaşmamış bir birlik durumundadırlar, evrim sürecinde büyür, gelişir, farklılaşır ve karmaşıklaşırlar. Spencer, doğadaki denge gibi toplumda da toplumsal bütünün çeşitli parçaları arasında bir denge olduğunu, bu dengenin bozulması halinde yeni bir ahlaki uzlaşma yaşandığını ve yeni bir toplumsal düzenin ortaya çıktığını, böylece farklılaşan toplumsal parçalarla yeni ilişkilerin kurulduğunu belirtir (Slattery, 1991:283). Bu toplumsal evrim süreci içinde insan toplumları, henüz yapısal olarak farklılaşmamış olan, merkezileşmiş bir devletin ve statüye dayalı katı bir hiyerarşik yapının hakim olduğu savaşçı (militan) toplumlardan, yapısal olarak farklılaşmış ve karmaşıklaşmış olan, merkezsiz ve bireyci nitelikteki endüstri toplumuna doğru doğal olarak evrimleşmiştir (Swingewood, 1998:77). Böylece Spencer, doğadaki türler gibi toplumların da kabilevi topluluklardan karmaşık endüstri toplumlarına doğru evrildiğini ileri sürer. Başka bir deyişle evrim sürecinde toplumların yapısı ve işlevleri zamanla değişir. İnsan toplumları basit homojen toplumlardan karmaşık heterojen toplumlar olacak şekilde doğal olarak evrimleşirler. Spencer’ın “doğal olarak evrimleşme” ile kastettiği, bu evrim sürecinde bireysel niyetlerin ya da güdülerin etkili olmamasıdır
Spencer toplumların evrim süreçlerinin birbirinden farklı olabileceğini, kültürel özellikleri ya da yaşadıkları coğrafyanın koşulları nedeniyle çeşitli toplumların farklı düzeylerde ya da farklı biçimlerde evrimleşebileceklerini belirtir; ama yine de bütün toplumların aynı evrim yasasına bağlı olduğunu ve aynı evrim süreçlerinden geçtiğini vurgular. Buradan da anlaşılabileceği gibi Comte’un teorisindeki tarihsel boyut Spencer’ın teorisinde yoktur, Spencer’ın teorisi tarih dışı ve anti-hümanisttir (Swingewood, 1998:76).
Spencer, Darwin’in ‘doğal seleksiyon (ayıklanma)’ yaklaşımını ve Lamarc’ın edinilmiş karakteristik özelliklerin miras kaldığına ilişkin teorisini kabul etmiş, buna dayanarak insanlığın evrim sürecinde hem zihinsel hem de fiziksel olarak önceki nesillerden aldığı özellikleri geliştireceğini ve giderek entelektüel mükemmelliğe ulaşacağını ileri sürmüştür (Swingewood, 1998:74). Ancak Spencer’a göre toplumun doğal dengesine yapılacak bir müdahale, bu gelişimi engelleyecektir; bu nedenle devlet müdahalesine, toplumsal reformlara ve Comte’un bahsettiği türden toplumsal düzenlemeye karşı çıkarak doğal seleksiyonu savunmuştur. Diğer bir deyişle Spencer’e göre, toplumda işbirliği sayesinde oluşmuş bir uzlaşma vardır, bunu bozacak herhangi bir dış müdahale söz konusu olursa bütün sistemin dengesi tehlikeye girer, dolayısıyla devlet müdahalesi sisteme yönelik bir tehdittir.
Doğal seleksiyon fikrini benimseyen Spencer’e göre doğada olduğu gibi toplumda da güçlü olanlar hayatta kalmalı, zayıf olanlar elenmelidir. Bu çerçevede Spencer’e göre devletin eğitim ve sağlık hizmetlerini ücretsiz olarak sunması ya da parasız devlet kütüphaneleri kurması gibi etkinlikleri, toplumun en zayıf olan üyelerinin yapay bir şekilde korunmasıdır. Bu da, yapay olarak korunmadıkları takdirde elenecek olan bu üyelerin hayatta kalarak toplumun ahlaki ve entelektüel standartlarını düşürmesi anlamına gelir (Slattery, 1991:284).
Spencer’a göre toplumda hayatta kalmak için yeterince güçlü olmayanlara devlet desteğiyle bakılması bu grupların nüfusunu artırarak gelecek kuşakların mükemmelliğe ulaşmasını engelleyecektir. Bu nedenle nasıl doğa zayıf olanlardan kurtulmaya çalışıyorsa, toplum da zayıfları elemeli, onlardan kurtulmalıdır. Zaten Spencer’a göre “eğer bu kişiler yaşamlarını sürdürebilecek kadar yeterli değillerse öleceklerdir ve en iyi de ölmeleri olacaktır” (Spencer, 1864:415’ten aktaran Hergenhahn, 2005:272). Doğal evrim sürecinde olduğu gibi toplumsal evrim sürecinde de çevresine uyum sağlayamayanların eleneceği düşüncesi şeklinde özetlenebilecek olan bu düşünce genel olarak Sosyal Darwinizm olarak adlandırılmış, Spencer Sosyal Darwinizm teorisinin kurucusu kabul edilmiştir (Swingewood, 1998:79). Spencer’ın doğal ayıklanma konusundaki görüşleri ve Sosyal Darwinizm teorisi ırkçı görüş ve politikalar tarafından benimsenmiş, çeşitli ırk ve/veya ulusların diğerlerinden daha üstün olduğu görüşünü veya yoksul, hasta, suçlu ya da özürlü olanları dışlamaya yönelik politikaları desteklemek için kullanılmış, ancak ırksal ayrımcılık etrafında örgütlenen toplumların tarihsel olarak çökmesiyle birlikte Sosyal Darwinizm teorisi de gücünü kaybetmiştir (Slattery, 1991:284).
Toplumu bir organizma olarak düşünmesi, Spencer’ın toplum içindeki grupların çıkarlarının farklılaştığını görmesini engellemiş, çıkarı sadece bireysel olarak algılamasına ve sınıf çıkarı, grup çıkarı gibi olgularla ilgilenmemesine neden olmuştur. Spencer’e göre bireysel amaçlar Adam Smith’in teorisindeki gibi bir “gizli el” sayesinde toplumun ortak yararı doğrultusunda birleşir. Böylece bireylerin bilincinden ve niyetinden bağımsız olarak bütün bireysel eylemler toplumun ihtiyaçlarına hizmet etmiş olur (Swingewood, 1998:78).
Spencer’in toplum modeli planlı değişmeyi ve yapay inşaları içeren bir mekanizma metaforuna değil, dıştan empoze edilen bir gelişmenin zorunlu olmadığı, kendiliğinden büyüyen bir organizma metaforuna dayanır. Bu nokta önemlidir; çünkü Spencer’ın toplum modeline kaynak olarak organizmayı alması, toplumsal yaşamın yasa benzeri düzenliliklerini belirleme isteğinden, bu yöndeki pozitivist çabasından kaynaklanmaktadır; çünkü bu yasa benzeri düzenlilikler ampirik olarak gözlenebilir olan fenomenlerin incelenmesiyle ortaya konacaktır. Diğer bir deyişle gözlemlenebilir düzenlilikleri üreten süreçleri ve bunun altında yatan mekanizmaları değil, gözlemlenebilir düzenlilikleri ortaya koymaya, gözlemlenebilenler arasında bir dizi yasa benzeri ilişkiyi içeren bir toplum modeli kurmaya çalışmaktadır (Keat ve Urry, 1994:96).
Spencer’ın sosyolojisinin önemi, toplumu bir yapı, bir sistem olarak kavrayabilmiş olmasının yanı sıra, Comte’tan farklı olarak endüstrileşmeyi ademi merkeziyetçi bir toplumsal örgütlenme biçimiyle özdeşleştirmiş olması, toplumda birey sayısı kadar çok merkez olduğunu, dolayısıyla toplumun merkezi olmayan bir yapı olduğunu savunarak sivil topluma ve sivil toplumun devletten ayrılmasına odaklanmasıdır (Swingewood, 1998:79). Diğer bir deyişle Spencer’ın sosyolojiye en büyük katkısı, yapının ve işlevlerin farklılaştığı, karmaşıklaşmış ve gelişmiş bir toplum olan endüstri toplumunun ve bu toplumdaki ilişkilerin tek bir merkeze sahip olmadığı şeklindeki görüşüdür.
Spencer’in pozitivist organizmacılık ile bireyciliği birleştirmesi, bir ikiliğe yol açmıştır; çünkü bir yandan toplumu bireylerin toplamı olarak görmüş ve bu nedenle sosyolojik analizin bireylerin biyolojik ve psikolojik özelliklerine odaklanması gerektiğini savunmuş, diğer yandan ise toplumu evrimleşerek karmaşıklaşmış bir yapıya sahip olan bir sistem olarak tanımlamıştır.
Spencer’ın teorisi, (a) endüstrileşmeyi tarihsel ve sınıfsal boyutundan soyutlayarak ele alması (Swingewood, 1998:79), (b) savunduğu liberal bireycilik ile toplumun evrimleşmek ve ilerlemek için duyduğu ihtiyaçlar arasındaki çelişkiyi çözmemesi ve (c) doğal seçilimle ilgili düşüncelerinin mevcut düzeni ve eşitsizlikleri meşrulaştırması, haklı göstermesi ve anti-hümanist politikaları desteklemeye elverişli olması açılarından eleştirilmiş ve 1900’lerin başlarında gücünü ve popülerliğini yitirmiştir (Slattery, 1991:285-6).