Şathiyye, Türk edebiyatının en gizemli türlerinden biridir. Şairlerin cem sarhoşluğuyla adeta Tanrılaştığı, Tanrı ile teklifsiz konuştuğu çizgi dışı şiirlerdir. Şathiyyelerin eşyanın mantığına aykırı, saçma (absürd) gibi görünen alaycı bir anlatımları vardır. Deli saçması veya çocuk tekerlemelerine benzerler. Bu özellikleri sebebiyle, insan aklında ilk anda bir sarsıntı meydana getirir, dinleyenleri tebessüme ve düşünmeye sevkederler. Bu sıra dışı sözlerin altında saklı anlamı araştırma ve anlama konusunda güçlü bir merak uyandırırlar.
Bir gece Meryem'de misafir kaldık, biz İsa'nın öz babasıyız.
diyen şair acaba ne demek istemektedir? Bu ana gelinceye kadar anadan üç kez doğdum, babamdan hamile kaldım, anamı dört kez doğurdum, ne demektir? Kurbağanın leylekten kız alıp düğün etmesi, angıt kuşunun imam, toyun müezzin olup nikah kıymaya gelmesi, tavşancılın tambur, domuzun davul, ayının zurna çalması, karganın eteklik giymesi, susığırı, kedi ve sıçanın raksedip oynaması, neyi anlatmaktadır?
Hiç şüphesiz, bu edebi, örtülü ve gerçeği gerçek üstü bir üslupla anlatan sözler, dini tasavvufun ağır bastığı ve sufilerin yanlış anlaşılmaktan kaçındıkları zamanların ürünüdür.
Yunus bu cezbe sözlerin cahillere söylemegil Bilmez misin cahillerin nice geçer zamanesi Yunus bir söz söylemiş hiç bir söze benzemez Münafıklar elinden örter ma'na yüzünü
şeklindeki sözleri, bu örtülü anlatımın gerekçesini açıklar.
Şathiyyeler, bu sembolik anlatım özelliğinden dolayı, "işaret dili", "mana dili" veya "kuş dili" olarak da nitelenirler. Yunus Emre'nin "dilsizler haberi" olarak nitelediği sözlerin içinde şathiyyelerin de bulunduğu muhakkaktır:
Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi Dİlsiz kulaksız sözin can gerek anlayası
Şath nedir?
Şath, Arapça bir kelimedir. Bu kelimeye, uzun asırlar içinde pek çok anlamlar yüklenegelmiştir. Şath kelimesinin aslı “şahata”dır. Zamanla “satana” haline gelmiş ve bu kökten türemiştir. Lugâtta, Arapça “ş-t-h” kökünden iştikakla; sarsılma, hareket etme, yürüme, titreme veya gevezelik etme anlamına gelen, hareketin bir defaya özgü olduğunu anlatan bir "ism-i merre"dir. Bu kelimenin, mağrip Arapçasında raks, oyun anlamında kullanıldığı da bilinmektedir. Şath kelimesine cümlede şu anlamlar da yüklenmektedir:
Mesela; pazarlıkta şath etti (fiyatı en alt veya en üst seviyeye çıkardı), deve şath etti (göğsünde bir hastalık belirdi), yarışta şath etti (yarışta biribirini geçti), şarabı şath etti (şarabı suyla karıştırıp inceltti) vb. Hareket ve sarsıntı anlamına gelen şath kelimesinden müştak (türemiş) olarak, unun hareketli bir ortamda elendiği un anbannada “miştâh” denilir. Kelime, zaman içinde, “hezeliyyât” ve buna bağlı olarak “latife, şaka, eğlence, maskaralık etme” gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Zamanla mistik ve edebî bir kavrama dönüşen şath, her halde yukarıda anılan sözlük anlamlarıyla da ilgisini korumaktadır.
Şath kavramı
Hallac asla ben Allah'ım diye bir şey dememiş. Tercüme yapan cahiller veyakötü niyetlilerin uydurmasıdır. Hallac'ın sözü "Ene'l-Hak" olup ben Hakk'ım demektir. Hakk Allah'ın adlarından biridir ama aynı zamanda gerçek,doğru,v.s. yani Türkçe'ye geçen manasıyla hak demektir.Karşısına çıkan herkesin herzesini de şatahattan saymak da,her halde internetin sağladığı rahatlıktan, kontrolsuzluktan doğuyor.
Dudaklarda tebessüm uyandırmak maksadıyla söylenen sözler ve manzumeler olarak tarif edilen şathiyyelerin, meczupların sözlerini takliden yazılmış, zahirde saçma zannolunan, fakat şerh ve tahlili halinde manidar olduğu anlaşılan bir de şathiyyât-ı sûfîyâne nev’i bulunmaktadır.
Şath, tasavvufî aşk hâlinin sarhoşluğu ile söylenen, halkın anlayamayacağı veya hoşuna gitmeyeceği sözlerdir. İnançlardan teklifsizce, alaycı bir dille söz eder gibi yazılsalar da, görünüşte saçma sanılan bu sözlerin, yorumlandığında tasavvufla ilgili türlü kavramlara değindiği anlaşılır. Şath kelimesi, IX. ve X. yüzyıllardan itibaren tasavvufî bir terim olarak anlam kazanmıştır. Bir terim olarak “şath”, şu şekilde tarif edilir:
“Bazı mutasavvıfların vecd ve istiğrak hâlinde kendi irâdeleri dışında, mânâsını düşünmeden söyledikleri, içinde bir iddia ve akla aykırı bir taraf bulunan ve dıştan, şeriata muhalif gibi görünen aşırı derecede söz olup, bu söz kabul veya reddedilemediği gibi, onu söyleyen de bundan dolayı muaheze edilemez.” Çünkü, şath bir arbede yahut sûfînin Tanrı'ya nâzıdır.
Şath, sûfî psikolojisi dikkate alındığında,”vecd ve istiğrak” hâlinde, tecelliyata gark olan kalbin hareketini ve sarsılmasını ifade eder. Vecde dayalı bir hareket ve sarsılmaya mâruz kalan sûfî, dinleyenin çok garip karşılayacağı, meselâ Hallâc’ın
Ben Allah'ım
veya başkalarının
Ben Hakk’ın bekası ile bakî, onun varlığı ile varım
gibi sözler söyleyebilir.
Cüneyd-i Bağdadî, sathı, fetihlerin ruh dili ile konuşması, hâlin söze galebesi olarak tanımlar. Abû Nasral-Sarrâc (Ö. 988) safîlerin bu şekildeki sözlerini, çok dar iki kıyı arasında akan nehrin, kıyılara taşan dalgalarına benzetir. Ona göre, bu sözler ilâhî tecellîlerle daimî bir hareket içinde olan sûfînin kalbinden dudaklarına taşan sırlardır.
Bunları ancak bu hâli idrâk edenler anlayabilirler. Çok defa anlamayanlar tarafından tenkide maruz kalan bu sözlerin sahipleri, aynı mahiyette sözlerin Kur’ân ve hadiste de bulunduğunu ileri sürerler. Sarrâc, Kur’ân ve hadisten misaller getirir. Bunlar, Kur’ân’da Allah için kullanılan, yed (el), ricl (ayak) gibi tabirlerle, hadislerden Allah Âdem’i kendi sureti üzere yarattı, Rabbi güzel bir suret içinde gördüm şeklindeki şath mahiyetindeki kelâmlardır.
İbn Haldun, "Şifaü’s-Sâil" ve "Mukaddime" isimli eserlerinde satıh konusuna da değinir. Ancak, değişik zamanlarda yazılan iki eser arasında görüş ayrılıkları vardır. "Mukaddime"’de daha gerçekçi, daha müsamahalı ve daha ölçülü davranmaktadır. "Şifaü’s-Sail"’de ise, daha tenkitçi bir tavır takınmaktadır.
Yazar, şath konusunda "Mukaddime"’de şatah söyleyen mutasavvıfları mazur, hatta haklı görmektedir. İlham, keşf ve gaybı bilme konusunda da mutasavvıfları hoş karşılamaktadır. Delil ve ifade yetersizliği sebebiyle şatah sözleri bir nev’i Kur’an’daki müteşâbih âyetlere benzetmekte, durumu sûfiler lehinde izah etmek için daha başka sebeplerden de bahsetmektedir.
İbn Haldun'a göre,
“mücadelerin semeresi ve neticesi olan mükaşefe ilmine dalmaya yol yoktur. Sûfîler bu ilmi, eserlere tevdi etmekten ve bu konuda konuşmaktan sakınmışlardır. Sadece aralarında şifre ve imâ yolu ile ve temsil ve işaret şeklinde konuşmayı caiz görmüşlerdir. Onlar, kendilerine mahsus mânâları başkalarına ifşa etmezler. Çünkü başkalarının bunu ihata edemeyeceklerini bilirler.
Malayâniyi terketmeyi emreden şeri¬atın koyduğu sınırı aşmazlar. Rububiyetin sırlarını koruma bah¬sinde Allah'a karşı edepli olmaya dikkat ederler. Nadir de olsa, safilerden birinden böyle bir kelime zuhur etse, ona şatah ettiği için söylenmemesi gerekeni söylemesi demektir. Bayezid Bista-mî’den nakil olunan, kendimi tenzih ederim benim şanım ne bü¬yüktür; öyle bir denize daldım ki peygamberler sahilinde durdu sözü ile Rabiatitü’l Adeviyye’nin, baş Örtümü çıkarsam içinde kimsenin olmadığı görülürdü"
sözü gibi beyânlara şatah denir.
Mukaddime’sinde sathı, “mutasavvıfların imamlarından bir çoğundan zuhur eden ve maksat zahirî mânâdır diye vehmedilen bir takım sözler” diye tanımlayan İbn Haldun, bunların zahirî mânâsını anlamının güç olduğunu, onun için bu nev’i sözleri bazılarının red, bazılarının tasvib, diğer bazılarının da te’vil ettiklerini belirtir.
İbn Haldun'a göre, sûfîlerin şatah denilen ve şeriata aykırı bir mânâ ifade ettiği zehabını ve vehmini veren, bundan dolayı da zahir uleması tarafından sûfîlerin tenkit edilmelerine yol açan sözleri hakkında insafla verilecek olan hüküm şudur:
“Sûfîler vecde gelerek hislerini gaybederler (Gaybet ve sekr hali). Cezbe ve tecellî (varidat) onları o kadar çok hükmü altına alır ki bunun tesiri ile istemediklerini konuşurlar. Bu şekilde” de kendini kaybeden sûfî, ilahi emirler karşısında muhatab ve mükellef değildir. Cebir altında bulunan kişi mazurdur. O-nuri için şatah’ söyleyen bir sûfînin fazilet ve şeriata bağlılığı bizce malum ise onların bu nev’i sözlerini güzel maksatlarla izah etmeliyiz. Zîrâ, kendisine mahsus bir dili bulunmadığı için veca1 halini anlatmak oldukça güçtür.
Bayezid-i Biztamî ve em¬sali sûfîler için durum böyledir. Şayet şatah söyleyen mutasav¬vıfın faziletli oluşu bizce malum değilse, şeriate bağlılıkla da meşhur olmamışsa, söyledikleri bu nev’i sözlerden dolayı sorumlu tutulur. Sözünü şeriata uygun bulmadığımız ve tevil de edemediğimiz bir mutasavvıfı kınamak hakkına sahibiz.
Duygularını kaybetmedikleri, cezbe ve vecd halinde bulundukları halde bu nevi sözler söyleyen mutasavvıflar sorumlu tutulurlar. Bunun için müftüler ve büyük sûfîler, Hallac’ın idamına fetva vermişlerdir. Çünkü o, bu sözleri söylediği zaman kendinden geçmiş vecd halinde değildi. Haline malik bulunuyordu.
Doğru olanı, Allah daha iyi bilir.” İsmail Hakkı Bursavî, Şerh-i Hacı Bayram-ı Veli adlı risalesinde sathı, “gönül ehlinin dimağına lezzet veren hakikatin özünden süzülmüş irfan kelimeleri” olarak tanımlar ve bu sözlerin söylemekteki amacın, “Hakk’ın kemâlini beyân, celâl ve cemâl hakikatlerini ayan etmek” olduğunu belirterek daha ılımlı bir değerlendirmede bulunur. Bursavî, Kitâbü’l-Envâr’ında da, şath sözünü zikretmeden, “evde ev sahibinden başkası yoktur” diyen sûfîlerin, bu gibi sözlerinden hareketle, hrıstiyanlıkla veya panteistlikle suçlanamayacağını belirtir:
“Bu sebepledir ki kelime-i tevhidde etvâra riayet eyleyüp lâ-ma’bûde illallah ve lâ maksûde illallah ve Lâ-mevcûde illallah dirler. Leyse fi’d-dâri gayrihü’d-deyyâr (evin içindeki ev sahibinden başkası değildir) makalesinin mânâsı budur. Ve cem’i-i kümmel bu makaleye kail ve mazmununa mu’terif olup umdetü’l-tevhîdi itikâd ederken mahcup olanların nicelen onları itikâd-ı mezkurede taife-i nasaraya ilhak ve haklarında nice ratbu yâbis sözler söylemişlerdir.
Yohsa mezheb-i vücûdiyyeye zâhib olduklarından değil.” İsmail Hakkı, Şerh-i Kaside-i Yûnus Emre adlı risalesinde de şathiyye söyleyen ariflerin bu tür-sözlerden kaçınması ge¬rektiğini belirtir.
Ona göre, Hafız, Şeyh Sadî, Mevlânâ ve Molla Cami gibi Tanrı ariflerinin mecazî sözlerini hakiki mânâda söylenmiş gibi yanlış anlayıp, yanlış değerlendirenlerin hatalı davranışları kadar, arif kişilerin zahir erbabını fitneye düşürecek sözler söylemesi de doğru değildir. Arifler muhatabının yanlış anlayacağı sözlerden kaçınmalıdır.
Celvetî büyüklerinden ve İsmail Hakkı Bursevi'nin öğrencilerinden Zatî Süleyman Efendide, “Şerh-i Kaside-i Feride” adlı eserinde, sathı, “Bazı sânı yüce kimselerin, zât, sıfat, organ ve hücreleri yakîn nuru ile tamamen yok olup, arızî varlıkları hakkanî varlığa dönüştüğü sırada söyledikleri sözler.” şeklinde tanımladıktan sonra, bu sözlerin irade mahsulü olmadığını, çirkin sıfatlardan sıyrılarak güzel hasletlerle donanmış olan bu şath sahiplerine müdahalede bulunmanın doğru olmadığını belirtir.
Bir gece Meryem'de misafir kaldık, biz İsa'nın öz babasıyız.
diyen şair acaba ne demek istemektedir? Bu ana gelinceye kadar anadan üç kez doğdum, babamdan hamile kaldım, anamı dört kez doğurdum, ne demektir? Kurbağanın leylekten kız alıp düğün etmesi, angıt kuşunun imam, toyun müezzin olup nikah kıymaya gelmesi, tavşancılın tambur, domuzun davul, ayının zurna çalması, karganın eteklik giymesi, susığırı, kedi ve sıçanın raksedip oynaması, neyi anlatmaktadır?
Hiç şüphesiz, bu edebi, örtülü ve gerçeği gerçek üstü bir üslupla anlatan sözler, dini tasavvufun ağır bastığı ve sufilerin yanlış anlaşılmaktan kaçındıkları zamanların ürünüdür.
Yunus bu cezbe sözlerin cahillere söylemegil Bilmez misin cahillerin nice geçer zamanesi Yunus bir söz söylemiş hiç bir söze benzemez Münafıklar elinden örter ma'na yüzünü
şeklindeki sözleri, bu örtülü anlatımın gerekçesini açıklar.
Şathiyyeler, bu sembolik anlatım özelliğinden dolayı, "işaret dili", "mana dili" veya "kuş dili" olarak da nitelenirler. Yunus Emre'nin "dilsizler haberi" olarak nitelediği sözlerin içinde şathiyyelerin de bulunduğu muhakkaktır:
Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi Dİlsiz kulaksız sözin can gerek anlayası
Şath nedir?
Şath, Arapça bir kelimedir. Bu kelimeye, uzun asırlar içinde pek çok anlamlar yüklenegelmiştir. Şath kelimesinin aslı “şahata”dır. Zamanla “satana” haline gelmiş ve bu kökten türemiştir. Lugâtta, Arapça “ş-t-h” kökünden iştikakla; sarsılma, hareket etme, yürüme, titreme veya gevezelik etme anlamına gelen, hareketin bir defaya özgü olduğunu anlatan bir "ism-i merre"dir. Bu kelimenin, mağrip Arapçasında raks, oyun anlamında kullanıldığı da bilinmektedir. Şath kelimesine cümlede şu anlamlar da yüklenmektedir:
Mesela; pazarlıkta şath etti (fiyatı en alt veya en üst seviyeye çıkardı), deve şath etti (göğsünde bir hastalık belirdi), yarışta şath etti (yarışta biribirini geçti), şarabı şath etti (şarabı suyla karıştırıp inceltti) vb. Hareket ve sarsıntı anlamına gelen şath kelimesinden müştak (türemiş) olarak, unun hareketli bir ortamda elendiği un anbannada “miştâh” denilir. Kelime, zaman içinde, “hezeliyyât” ve buna bağlı olarak “latife, şaka, eğlence, maskaralık etme” gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Zamanla mistik ve edebî bir kavrama dönüşen şath, her halde yukarıda anılan sözlük anlamlarıyla da ilgisini korumaktadır.
Şath kavramı
Hallac asla ben Allah'ım diye bir şey dememiş. Tercüme yapan cahiller veyakötü niyetlilerin uydurmasıdır. Hallac'ın sözü "Ene'l-Hak" olup ben Hakk'ım demektir. Hakk Allah'ın adlarından biridir ama aynı zamanda gerçek,doğru,v.s. yani Türkçe'ye geçen manasıyla hak demektir.Karşısına çıkan herkesin herzesini de şatahattan saymak da,her halde internetin sağladığı rahatlıktan, kontrolsuzluktan doğuyor.
Dudaklarda tebessüm uyandırmak maksadıyla söylenen sözler ve manzumeler olarak tarif edilen şathiyyelerin, meczupların sözlerini takliden yazılmış, zahirde saçma zannolunan, fakat şerh ve tahlili halinde manidar olduğu anlaşılan bir de şathiyyât-ı sûfîyâne nev’i bulunmaktadır.
Şath, tasavvufî aşk hâlinin sarhoşluğu ile söylenen, halkın anlayamayacağı veya hoşuna gitmeyeceği sözlerdir. İnançlardan teklifsizce, alaycı bir dille söz eder gibi yazılsalar da, görünüşte saçma sanılan bu sözlerin, yorumlandığında tasavvufla ilgili türlü kavramlara değindiği anlaşılır. Şath kelimesi, IX. ve X. yüzyıllardan itibaren tasavvufî bir terim olarak anlam kazanmıştır. Bir terim olarak “şath”, şu şekilde tarif edilir:
“Bazı mutasavvıfların vecd ve istiğrak hâlinde kendi irâdeleri dışında, mânâsını düşünmeden söyledikleri, içinde bir iddia ve akla aykırı bir taraf bulunan ve dıştan, şeriata muhalif gibi görünen aşırı derecede söz olup, bu söz kabul veya reddedilemediği gibi, onu söyleyen de bundan dolayı muaheze edilemez.” Çünkü, şath bir arbede yahut sûfînin Tanrı'ya nâzıdır.
Şath, sûfî psikolojisi dikkate alındığında,”vecd ve istiğrak” hâlinde, tecelliyata gark olan kalbin hareketini ve sarsılmasını ifade eder. Vecde dayalı bir hareket ve sarsılmaya mâruz kalan sûfî, dinleyenin çok garip karşılayacağı, meselâ Hallâc’ın
Ben Allah'ım
veya başkalarının
Ben Hakk’ın bekası ile bakî, onun varlığı ile varım
gibi sözler söyleyebilir.
Cüneyd-i Bağdadî, sathı, fetihlerin ruh dili ile konuşması, hâlin söze galebesi olarak tanımlar. Abû Nasral-Sarrâc (Ö. 988) safîlerin bu şekildeki sözlerini, çok dar iki kıyı arasında akan nehrin, kıyılara taşan dalgalarına benzetir. Ona göre, bu sözler ilâhî tecellîlerle daimî bir hareket içinde olan sûfînin kalbinden dudaklarına taşan sırlardır.
Bunları ancak bu hâli idrâk edenler anlayabilirler. Çok defa anlamayanlar tarafından tenkide maruz kalan bu sözlerin sahipleri, aynı mahiyette sözlerin Kur’ân ve hadiste de bulunduğunu ileri sürerler. Sarrâc, Kur’ân ve hadisten misaller getirir. Bunlar, Kur’ân’da Allah için kullanılan, yed (el), ricl (ayak) gibi tabirlerle, hadislerden Allah Âdem’i kendi sureti üzere yarattı, Rabbi güzel bir suret içinde gördüm şeklindeki şath mahiyetindeki kelâmlardır.
İbn Haldun, "Şifaü’s-Sâil" ve "Mukaddime" isimli eserlerinde satıh konusuna da değinir. Ancak, değişik zamanlarda yazılan iki eser arasında görüş ayrılıkları vardır. "Mukaddime"’de daha gerçekçi, daha müsamahalı ve daha ölçülü davranmaktadır. "Şifaü’s-Sail"’de ise, daha tenkitçi bir tavır takınmaktadır.
Yazar, şath konusunda "Mukaddime"’de şatah söyleyen mutasavvıfları mazur, hatta haklı görmektedir. İlham, keşf ve gaybı bilme konusunda da mutasavvıfları hoş karşılamaktadır. Delil ve ifade yetersizliği sebebiyle şatah sözleri bir nev’i Kur’an’daki müteşâbih âyetlere benzetmekte, durumu sûfiler lehinde izah etmek için daha başka sebeplerden de bahsetmektedir.
İbn Haldun'a göre,
“mücadelerin semeresi ve neticesi olan mükaşefe ilmine dalmaya yol yoktur. Sûfîler bu ilmi, eserlere tevdi etmekten ve bu konuda konuşmaktan sakınmışlardır. Sadece aralarında şifre ve imâ yolu ile ve temsil ve işaret şeklinde konuşmayı caiz görmüşlerdir. Onlar, kendilerine mahsus mânâları başkalarına ifşa etmezler. Çünkü başkalarının bunu ihata edemeyeceklerini bilirler.
Malayâniyi terketmeyi emreden şeri¬atın koyduğu sınırı aşmazlar. Rububiyetin sırlarını koruma bah¬sinde Allah'a karşı edepli olmaya dikkat ederler. Nadir de olsa, safilerden birinden böyle bir kelime zuhur etse, ona şatah ettiği için söylenmemesi gerekeni söylemesi demektir. Bayezid Bista-mî’den nakil olunan, kendimi tenzih ederim benim şanım ne bü¬yüktür; öyle bir denize daldım ki peygamberler sahilinde durdu sözü ile Rabiatitü’l Adeviyye’nin, baş Örtümü çıkarsam içinde kimsenin olmadığı görülürdü"
sözü gibi beyânlara şatah denir.
Mukaddime’sinde sathı, “mutasavvıfların imamlarından bir çoğundan zuhur eden ve maksat zahirî mânâdır diye vehmedilen bir takım sözler” diye tanımlayan İbn Haldun, bunların zahirî mânâsını anlamının güç olduğunu, onun için bu nev’i sözleri bazılarının red, bazılarının tasvib, diğer bazılarının da te’vil ettiklerini belirtir.
İbn Haldun'a göre, sûfîlerin şatah denilen ve şeriata aykırı bir mânâ ifade ettiği zehabını ve vehmini veren, bundan dolayı da zahir uleması tarafından sûfîlerin tenkit edilmelerine yol açan sözleri hakkında insafla verilecek olan hüküm şudur:
“Sûfîler vecde gelerek hislerini gaybederler (Gaybet ve sekr hali). Cezbe ve tecellî (varidat) onları o kadar çok hükmü altına alır ki bunun tesiri ile istemediklerini konuşurlar. Bu şekilde” de kendini kaybeden sûfî, ilahi emirler karşısında muhatab ve mükellef değildir. Cebir altında bulunan kişi mazurdur. O-nuri için şatah’ söyleyen bir sûfînin fazilet ve şeriata bağlılığı bizce malum ise onların bu nev’i sözlerini güzel maksatlarla izah etmeliyiz. Zîrâ, kendisine mahsus bir dili bulunmadığı için veca1 halini anlatmak oldukça güçtür.
Bayezid-i Biztamî ve em¬sali sûfîler için durum böyledir. Şayet şatah söyleyen mutasav¬vıfın faziletli oluşu bizce malum değilse, şeriate bağlılıkla da meşhur olmamışsa, söyledikleri bu nev’i sözlerden dolayı sorumlu tutulur. Sözünü şeriata uygun bulmadığımız ve tevil de edemediğimiz bir mutasavvıfı kınamak hakkına sahibiz.
Duygularını kaybetmedikleri, cezbe ve vecd halinde bulundukları halde bu nevi sözler söyleyen mutasavvıflar sorumlu tutulurlar. Bunun için müftüler ve büyük sûfîler, Hallac’ın idamına fetva vermişlerdir. Çünkü o, bu sözleri söylediği zaman kendinden geçmiş vecd halinde değildi. Haline malik bulunuyordu.
Doğru olanı, Allah daha iyi bilir.” İsmail Hakkı Bursavî, Şerh-i Hacı Bayram-ı Veli adlı risalesinde sathı, “gönül ehlinin dimağına lezzet veren hakikatin özünden süzülmüş irfan kelimeleri” olarak tanımlar ve bu sözlerin söylemekteki amacın, “Hakk’ın kemâlini beyân, celâl ve cemâl hakikatlerini ayan etmek” olduğunu belirterek daha ılımlı bir değerlendirmede bulunur. Bursavî, Kitâbü’l-Envâr’ında da, şath sözünü zikretmeden, “evde ev sahibinden başkası yoktur” diyen sûfîlerin, bu gibi sözlerinden hareketle, hrıstiyanlıkla veya panteistlikle suçlanamayacağını belirtir:
“Bu sebepledir ki kelime-i tevhidde etvâra riayet eyleyüp lâ-ma’bûde illallah ve lâ maksûde illallah ve Lâ-mevcûde illallah dirler. Leyse fi’d-dâri gayrihü’d-deyyâr (evin içindeki ev sahibinden başkası değildir) makalesinin mânâsı budur. Ve cem’i-i kümmel bu makaleye kail ve mazmununa mu’terif olup umdetü’l-tevhîdi itikâd ederken mahcup olanların nicelen onları itikâd-ı mezkurede taife-i nasaraya ilhak ve haklarında nice ratbu yâbis sözler söylemişlerdir.
Yohsa mezheb-i vücûdiyyeye zâhib olduklarından değil.” İsmail Hakkı, Şerh-i Kaside-i Yûnus Emre adlı risalesinde de şathiyye söyleyen ariflerin bu tür-sözlerden kaçınması ge¬rektiğini belirtir.
Ona göre, Hafız, Şeyh Sadî, Mevlânâ ve Molla Cami gibi Tanrı ariflerinin mecazî sözlerini hakiki mânâda söylenmiş gibi yanlış anlayıp, yanlış değerlendirenlerin hatalı davranışları kadar, arif kişilerin zahir erbabını fitneye düşürecek sözler söylemesi de doğru değildir. Arifler muhatabının yanlış anlayacağı sözlerden kaçınmalıdır.
Celvetî büyüklerinden ve İsmail Hakkı Bursevi'nin öğrencilerinden Zatî Süleyman Efendide, “Şerh-i Kaside-i Feride” adlı eserinde, sathı, “Bazı sânı yüce kimselerin, zât, sıfat, organ ve hücreleri yakîn nuru ile tamamen yok olup, arızî varlıkları hakkanî varlığa dönüştüğü sırada söyledikleri sözler.” şeklinde tanımladıktan sonra, bu sözlerin irade mahsulü olmadığını, çirkin sıfatlardan sıyrılarak güzel hasletlerle donanmış olan bu şath sahiplerine müdahalede bulunmanın doğru olmadığını belirtir.