Budizmde, semavi dinlerin aksine teoride kadın–erkek eşitsizliği yoktur. Eskiden de, bugün de Budist tapınaklarında kadınlarla erkekler bir arada ibadet edebilmekte; manastırlarda erkeklerle birlikte kadın din görevlileri de yetiştirilmektedir.
Bir başka husus da Budist inanca göre Sakyamuni Budha’nın önceki doğumlarının tümünde erkek olmadığı savıdır. Hattâ kadın budha “Tara” budizmin en önemli figürlerindendir. Zaten Budha, kadınların da “budalık” düzeyine çıkabilmelerinin önünde hiçbir engelin bulunmadığını açıkça ve defalarca belirtmiştir.
Eski Budist metinlerinin batı dillerine yapılmış olan çevirilerinde geçen ‘man’ orijinal anlamında çoğunlukla erkek değil de ‘insan’ olarak anlaşılmalıdır. Keza ‘çocuk’ anlamındaki ‘putta’ (child), pek çok çeviriye oğul (son) olarak geçmiş; tabii oradan da dilimize veya alıntı yapılan diğer dillere ‘insan/çocuk’ yerine ‘adam/oğul’ olarak aktarılmıştır. Bunda Tripitaka’nın ilk derlemelerinin (ki yaklaşık olarak İ.Ö. 90 yıllarında tamamlanmıştır) keşişler topluluğu tarafından yapılmış olmasının etkisi vardır. Bütün derleme görevlilerinin erkeklerden oluşması, o devirdeki hint sosyal değerlerinin etkisiyle eski Budist metinlerine budizmin androsentrik (erkek-merkezli) bir inanç olduğu kanısını uyandıran nüansların da, hattâ bunların yanında birtakım efsanevi hikayelerin katışmasının da nedenini oluşturmuştur. Bunun yanında Budha’nın eleştirdiği ve kendi öğretisiyle kıyasladığı diğer dinler ve inanç sistemlerinin temelde erkek-egemen doktrinler olması, budizmin onları eleştirirken dahi, kaçınılmaz olarak kendi dini hakkında böyle bir izlenimin yaratılmasına neden olduğu da söylenebilir.
Budizmde kadının yeri diğer dinlere göre oldukça farklıdır, hele de İ.Ö. altıncı yüzyılın koşulları ile birlikte değerlendirildiğinde... Budha dinsel ve sosyal yaşama katılma konusunda kadınlara tam anlamıyla özgürlük kazandırmıştır ve bu konuda tarihteki ilk dinsel önderdir. Budizmden önce kadının toplumdaki yeri ve görevleri, evi ve mutfağı ile sınırlandırılmıştı. Eski dinlerin kutsal kitaplarında kadınlardan sözedilmez, tapınaklara girmelerine müsaade edilmez, dinsel objeler arasında da kadına ait olanlara rastlanmazdı. Özetle o dönemde kadının toplumdaki yeri çok aşağılardaydı. Budha başta ‘Samyutta Nikaya’ olmak üzere bütün söylem ve vaazlarında bu durumu eleştirmiş; ırk ve kast farkı gözetmeksizin bütün kadınların toplum yaşamına ve dinsel yaşama, hiçbir ayrım yapılmaksızın katılmaları gerektiğinden sözetmiştir. Toplumda ve dinsel yaşamda kadınların da bilgileri, deneyimleri ve kapasiteleri elverdiği ölçüde, yeterli bilgelik ve yoğunlaşma ile, tıpkı erkekler gibi en yüksek aydınlanma düzeylerine ulaşabilecekleri ve eşit spiritüel potansiyele sahip oldukları tezini yirminci yüzyıla gelinceye kadar dünya tarihinde savunan ilk ve tek önder Sakyamuni Budha olmuştur. Günümüzde pek çok dinin kadınlara özgürlük ve eşitlik getirdiği öne sürülse de, bu ya uygulamada daha başından sözde kalmış; ya da zaman içinde o inanç sistemine kadın haklarını kısıtlayıcı pek çok unsur eklenmiştir. Bilindiği üzere kadınların oy kullanma hakkına sahip olabilmesi için bile yüzlerce hattâ binlerce yılın geçmesi gerekmiştir; dahası, şeriatla yönetilen islam ülkelerinde kadınlara bu en temel hakları bugün dahi verilmemiştir. Budizme göre ise, kadını aşağı derecede görmek, aslâ kabul edilebilir birşey değildir.
Budha’nın sağlığında, köklü bir Budist ailenin kızı olan Visakha, kadın din görevlilerinin tapınakta ve özel hayattaki yaşamlarının düzenlenmesine ilişkin konularda, yani bir bakıma kadının Sangha’daki yeri ve rolünün belirlenmesinde Sakyamuni Budha’ya uzun süre danışmanlık yapmış; bu görevini Büyük Üstad’ın vefatından sonra da sürdürmüştür.
Annesi Maya’nın ölümünden sonra küçük Budha’yı yetiştirip büyüten teyzesi Kraliçe Maha Prajapati, Sangha’ya kabul edilmiş, aydınlanmasından sonra Budha’nın yanında yer almış, onunla sık sık görüş alışverişinde bulunmuş ve dinsel düzenin oluşturulup güçlendirilmesinde önemli rol oynamıştır. Bu nedenle aynı zamanda Bodhisattva’nın ilk öğretmeni de olan teyzesi ve üveyannesi Prajapati ilk Budist rahibe kabul edilir.
Ananda da, üstadın çok değer verdiği bir başka kadın kişiliktir. Özetlersek, daha Budha’nın sağlığında kadınlar Sangha’ya katılmışlar, hattâ kendisiyle birlikte çalışmışlar; keşişler ve rahiplerin yanında, ilk zamanlar sayıları az da olsa rahibeler yeralmıştır.
Budist tapınaklarındaki dinsel ve sosyal yaşamın çok ayrıntılı kuralları vardır. Özellikle, en eski metinlerden olan ve keşişlerin, rahiplerin, rahibelerin manastır ve tapınak yaşamlarını düzenleyen kurallar (Patimokkha) arasında, Theravada budizminde erkek görevlilerle (bhikkhus) ilgili 227 kural bulunmasına karşın, kadın görevlilerle (bhikkhunis) ilgili kuralların sayısı 311’dir. Bir başka tarikatte sırasıyla 250 ve 348 olan kuralların sayısı Mahayana geleneğinde azaltılmıştır.
Budha’nın vefatından üç ay sonra toplanan Birinci Budist Konseyi’ne başkanlık eden rahip Maha Kassapa’nın, Sangha içerisindeki kadınlara karşı nispeten soğuk bir tavır takındığı ve kadınların etkisinin daha fazla artmasını istemediği bilinmekle birlikte, o dönemde yazılan metinler dikkatli incelendiğinde, o zamanlarda dahi budizmin kadınları daha önce görülmemiş ölçüde yücelttiği, en azından erkeklerden aşağı görmemiş olduğu gözlemlenebilir. Daha sonraki yorumlarda ise böylesi bir ayrımcılığın tamamen ortadan kalktığı görülmektedir.
Budizmin en tutucu mezhebini kabul etmiş olan Kuzey Tayland’da çok eskilerde bir dönem, kadınların stupaların etrafında dolaşmalarının yasaklanmış olduğu bilinmektedir. Bugünün Budist öğretilerinde, hiçbir Budist mezhebinde böyle bir uygulama söz konusu olmamakla birlikte, çok dar bir coğrafyada, Taylandlıların önceki dinleri olan Hinduizmin ve yerel geleneklerinin etkisiyle kısa bir süre için sergilenen böylesi bir tutum, budizm karşıtları tarafından, gerçekte sanki bir kadın ayrımcılığı varmışcasına son derece kolaycı ve yanıltıcı bir örnek olarak gösterilmiştir. Oysa ki gerçekte, bugün ülkemizde de çeşitli varyantlarıyla yaygınlaştırılmaya çalışılan ve maalesef ki erkeklerden çok kadınlarımızın itibar etmekte olduğunu gözlemlediğimiz Hinduizm, kadını âdet döneminde pis ve yaklaşılmaz kabul ediyordu. Kuzey Tayland’da yukarıda sözedilen, Hinduizmin etkisindeki çok kısa süren bu uygulamadan da zaten bir süre sonra vazgeçilmiş; bu özel hal bir doğa kanunu ve yaşamın sürdürülmesinin önemli ve tamamlayıcı bir unsuru kabul edilerek, geçmişte yapılan bu uygulamanın yanlış ve bu dönemlerinde kadınları kusurlu görmenin din kuralları ile bağdaştırılamayacak kadar ayıplanması gereken bir tutum olduğu açıkça ifade edilmiştir. Hattâ bazı Budist üstatlar bu durumu, kadının doğadan gelen yaratıcı gücünün kanıtı ve sembolü olarak göstermişler ve bir artı değer kabul etmişlerdir.
Hindistan’ın en eski dinlerinden brahmanizmin rahipleri de kadını tapınakların ve kutsal mekânların dışında tutmuşlardır. Çoğu toplumda böylesi batıl inançlara rastlanmaktadır. Yine Tayland’dan bir örnek vermek gerekirse, içki yapmak amacıyla pirincin mayalanması sırasında kadınlar, mayanın bozulmaması için o bölgeye yaklaştırılmazlardı. Eskiden beri denizcilikte de buna benzer kadın karşıtı boşinançların olduğu bilinmektedir. Yine Hindu inancından Thai kültürüne geçen bir geleneğe göre, âdet dönemlerinde kadınların ibadet etmeleri yasaktır. Aynı gelenek farklı kısıtlamalar içerecek şekilde Uzakdoğudan bazı Ortadoğu dinlerine de geçmiştir. Dahası da var; eski Hindu geleneğinde kocası ölen bir kadın artık yararsız, işe yaramaz, hattâ sakıncalı kabul edilir ve en tutucu Hindu mezheplerinden birinde ise kadın cenaze töreninde kocasının yakıldığı odun yığınlarına atılırdı.
Bugün için bize çok komik gelecek, ama yine de bir dönem, budizmin anafikirlerinin açıklıkla kavranamadığı ve Hinduizmle brahmanizmin aşırı derecede etkisinde kaldığı anlaşılan ilk dönemin güney tarikatlerinin birinde, bir süre, bir kadının üstün spiritüel gelişmişlik düzeyine ulaşması durumunda erkeğe dönüşeceğine inanılmıştır.
O günün kargaşa ortamında rahibe manastırları korumasız ve savunmasız bırakılamazdı. Bu nedenle yetişkin ya da yaşlı rahipler arasından seçilerek bu manastırlara belirli sürelerle ‘şaperon’ (eşlik eden, koruyucu) din görevlileri ve öğretmenlerin atanması gerekiyordu ki, böyle bir görev, onların kendi tapınaklarındaki eğitim ve öğretimlerini kısıtlamakta olduğundan pek de istenmemekteydi. Zamanla manastırların içinden de, erkek din görevlilerinin yardımı olmaksızın kadınların kendi başlarına spiritüel gelişme sağlayamayacakları izlenimini uyandıran bu uygulamaya tepkiler gelmiştir. Bir başka görüşe göre ise kadınlara erkeklerden daha katı kurallar koyma, onlar için manastır yaşamını cazip olmaktan çıkarma amacını taşımaktaydı. Çünkü bir arada yaşama ve cinsiyet farklılığı nedeniyle duyulabilecek rahatsızlıklar, kendilerini geliştirme ve aydınlanma çabalarına engel teşkil edebilecekti; yapılacak tek şey ise kendilerini bu tür sorunlardan arındırmaktı.
Budha’nın sağlığında Budist rahibelerin sayıları hayli kabarık iken, onun ölümünden sonra bir süre rahibe yetiştiren yeni manastır açılmamış ve zamanla, özellikle Theravada okulunda, dinsel unvan sahibi kadın görevlilerin sayıları gittikçe azalmıştır. Oysa bugün doğudan çok batı toplumlarında kadın din görevlilerinin, ya da kendisine unvan verilmiş kadın ustaların sayılarının hızla arttığı gözlemlenmektedir.
Burada bizce önemle üzerinde durulması gereken husus, hangi örneklerde ve ne ölçüde geçmişten farklı uygulamaların gözlendiğinden çok, o dinin veya dinsel anlayışın ‘eğilimi’ ve ‘nihai amacı’ olmalıdır. Bu durumda budizmin genel prensiplerinin de, ileriye dönük amacının da, kadınların aydınlanarak erkeklerle birlikte hem dünya yaşamını hem de spiritüel yaşamı paylaşmaları gerektiğini öngörmesi ve kadına geçmişle kıyaslanamayacak kadar güvenip değer vermiş olmasıdır.
Esasında Hindistan’ın brahmanizm ve Hinduizmden de önce bilinen en eski Hindo-Aryan dönemi kültüründe, yani bir anlamda erken hint toplumunda, çok açık bir şekilde kadının da saygın ve etkin bir konuma sahip olduğu görülmektedir. Hattâ o dönemin ilahileri ve dinsel şarkıları arasında kadınlar tarafından bestelenmiş olanlar vardır. O dönemde dinsel törenlere de kadınların erkeklerle birlikte katıldıkları biliniyor. Dinsel bağnazlık her yerde olduğu gibi, zamanla hint kültüründe de kadını ikinci plana itmiştir. Nitekim brahmanizmin etkin olmaya başladığı dönemlerde ve bölgelerde, brahman rahiplerinin baskısıyla dinsel buyrukların, törenlerin ve edebiyatın ciddi biçimde kadın-karşıtı özellikler göstermeye başladığını; aradan geçen zaman içerisinde kadının toplum yaşamından da dinsel yaşamdan da dışlandığını görüyoruz. Tabii ki esasında bu, kadını dinsel bakımdan aşağıda görmenin sonucuydu. Özellikle katı bir kast sisteminin olduğu hint yarımadasında alt kastlara inildikçe kadının ezilmişliğinin ve değer yitiminin giderek arttığı kolayca gözlemlenebilmektedir. Çin toplumundaysa Konfüçyüs’ün ve taoculuğun etkisiyle olsa gerek, kadın hint toplumlarına göre hemen her zaman daha değerli görülmüştür.
Hindistan’da köleler ve kadınlar Veda’ları okuyamaz; bir kadın sadece kendi yaşamı, inancı, ibadeti ve eylemlerinin karşılığı olarak cennete gidemez; ancak kocasına itirazsız itaati ve onun rızası ile bunu gerçekleştirebilirdi. Bu inancın yansımalarını Ortadoğu dinlerinde kolaylıkla görebilmekteyiz. Brahman mitolojisi ve şeriatı kadını günahkâr ve her an şeytana uyabilen, kötülük işleme potansiyeline sahip ve zayıf karakterli olarak kabul etmiştir. Brahmanizmin kanlı kurban törenleri gibi kadınlar konusundaki bu karalamacı ve aşağılayıcı tutumunun Mekke dönemi sonrasındaki islamı da etkilemiş olduğu çok açıktır.
Budha işte böylesi bir ortamda brahmanların bu tür dogmalarına ve boşinançlarına karşı da mücadele vermiş bir bilgedir. Hint toplumuna egemen kılınan kast sistemini ilk kez insanlığa aykırı bularak kıyasıya eleştiren de Budha olmuştur. Budha brahman tanrılarını reddetmiş, yoksaymış ve temel doktrin olarak kurtuluşa ancak herkesin kendi çabasıyla ulaşabileceğini, kadın-erkek farkı gözetilmeksizin insan olarak herkesin spiritüel eşitliğini öngörmüştür.
Budha bir defasında, karısı Mallika’dan erkek çocuk beklerken kızı doğduğunda kederlenen kral Pasenadi’yi şu sözlerle teselli etmiştir: “Üzülme ey Kral ! Bu çocuk sana, kızdan gelen bir soyun belki de erkek çocuğunkinden daha soylu ve hayırlı olduğunu gösterecektir (kanıtlayacaktır).“
Bu, zamanına göre gerçekten de devrimci bir ifadeydi.
Daha ayrıntılı biçimde bir kitaba konu olabilecek kadar geniş ve kapsamlı olan ‘Budizm’de kadın’ konusunu, yeterli fikrin oluştuğunu kabul ederek burada sonlandırmadan önce, kadın Budistlerin dayanışmaları için özellikle batı toplumlarında çok sayıda organizasyonlar oluşturulduğu; bunların üst örgütünün, diğer adı ‘Buda’nın Kızları’ olan ‘Uluslararası Budist Kadınlar Birliği’ (IABW) olduğunu hatırlatmakta yarar görüyoruz.
Bugün batı toplumlarında Budizm’in, diğer inançlara göre hızlı bir biçimde yaygınlaşmasının en önemli nedenlerinden birisi, temelinde cinsiyet ayrımcılığının olmamasıdır.
Budizmde, semavi dinlerin aksine teoride kadın–erkek eşitsizliği yoktur. Eskiden de, bugün de Budist tapınaklarında kadınlarla erkekler bir arada ibadet edebilmekte; manastırlarda erkeklerle birlikte kadın din görevlileri de yetiştirilmektedir.
Bir başka husus da Budist inanca göre Sakyamuni Budha’nın önceki doğumlarının tümünde erkek olmadığı savıdır. Hattâ kadın budha “Tara” budizmin en önemli figürlerindendir. Zaten Budha, kadınların da “budalık” düzeyine çıkabilmelerinin önünde hiçbir engelin bulunmadığını açıkça ve defalarca belirtmiştir.
Eski Budist metinlerinin batı dillerine yapılmış olan çevirilerinde geçen ‘man’ orijinal anlamında çoğunlukla erkek değil de ‘insan’ olarak anlaşılmalıdır. Keza ‘çocuk’ anlamındaki ‘putta’ (child), pek çok çeviriye oğul (son) olarak geçmiş; tabii oradan da dilimize veya alıntı yapılan diğer dillere ‘insan/çocuk’ yerine ‘adam/oğul’ olarak aktarılmıştır. Bunda Tripitaka’nın ilk derlemelerinin (ki yaklaşık olarak İ.Ö. 90 yıllarında tamamlanmıştır) keşişler topluluğu tarafından yapılmış olmasının etkisi vardır. Bütün derleme görevlilerinin erkeklerden oluşması, o devirdeki hint sosyal değerlerinin etkisiyle eski Budist metinlerine budizmin androsentrik (erkek-merkezli) bir inanç olduğu kanısını uyandıran nüansların da, hattâ bunların yanında birtakım efsanevi hikayelerin katışmasının da nedenini oluşturmuştur. Bunun yanında Budha’nın eleştirdiği ve kendi öğretisiyle kıyasladığı diğer dinler ve inanç sistemlerinin temelde erkek-egemen doktrinler olması, budizmin onları eleştirirken dahi, kaçınılmaz olarak kendi dini hakkında böyle bir izlenimin yaratılmasına neden olduğu da söylenebilir.
Budizmde kadının yeri diğer dinlere göre oldukça farklıdır, hele de İ.Ö. altıncı yüzyılın koşulları ile birlikte değerlendirildiğinde... Budha dinsel ve sosyal yaşama katılma konusunda kadınlara tam anlamıyla özgürlük kazandırmıştır ve bu konuda tarihteki ilk dinsel önderdir. Budizmden önce kadının toplumdaki yeri ve görevleri, evi ve mutfağı ile sınırlandırılmıştı. Eski dinlerin kutsal kitaplarında kadınlardan sözedilmez, tapınaklara girmelerine müsaade edilmez, dinsel objeler arasında da kadına ait olanlara rastlanmazdı. Özetle o dönemde kadının toplumdaki yeri çok aşağılardaydı. Budha başta ‘Samyutta Nikaya’ olmak üzere bütün söylem ve vaazlarında bu durumu eleştirmiş; ırk ve kast farkı gözetmeksizin bütün kadınların toplum yaşamına ve dinsel yaşama, hiçbir ayrım yapılmaksızın katılmaları gerektiğinden sözetmiştir. Toplumda ve dinsel yaşamda kadınların da bilgileri, deneyimleri ve kapasiteleri elverdiği ölçüde, yeterli bilgelik ve yoğunlaşma ile, tıpkı erkekler gibi en yüksek aydınlanma düzeylerine ulaşabilecekleri ve eşit spiritüel potansiyele sahip oldukları tezini yirminci yüzyıla gelinceye kadar dünya tarihinde savunan ilk ve tek önder Sakyamuni Budha olmuştur. Günümüzde pek çok dinin kadınlara özgürlük ve eşitlik getirdiği öne sürülse de, bu ya uygulamada daha başından sözde kalmış; ya da zaman içinde o inanç sistemine kadın haklarını kısıtlayıcı pek çok unsur eklenmiştir. Bilindiği üzere kadınların oy kullanma hakkına sahip olabilmesi için bile yüzlerce hattâ binlerce yılın geçmesi gerekmiştir; dahası, şeriatla yönetilen islam ülkelerinde kadınlara bu en temel hakları bugün dahi verilmemiştir. Budizme göre ise, kadını aşağı derecede görmek, aslâ kabul edilebilir birşey değildir.
Budha’nın sağlığında, köklü bir Budist ailenin kızı olan Visakha, kadın din görevlilerinin tapınakta ve özel hayattaki yaşamlarının düzenlenmesine ilişkin konularda, yani bir bakıma kadının Sangha’daki yeri ve rolünün belirlenmesinde Sakyamuni Budha’ya uzun süre danışmanlık yapmış; bu görevini Büyük Üstad’ın vefatından sonra da sürdürmüştür.
Annesi Maya’nın ölümünden sonra küçük Budha’yı yetiştirip büyüten teyzesi Kraliçe Maha Prajapati, Sangha’ya kabul edilmiş, aydınlanmasından sonra Budha’nın yanında yer almış, onunla sık sık görüş alışverişinde bulunmuş ve dinsel düzenin oluşturulup güçlendirilmesinde önemli rol oynamıştır. Bu nedenle aynı zamanda Bodhisattva’nın ilk öğretmeni de olan teyzesi ve üveyannesi Prajapati ilk Budist rahibe kabul edilir.
Ananda da, üstadın çok değer verdiği bir başka kadın kişiliktir. Özetlersek, daha Budha’nın sağlığında kadınlar Sangha’ya katılmışlar, hattâ kendisiyle birlikte çalışmışlar; keşişler ve rahiplerin yanında, ilk zamanlar sayıları az da olsa rahibeler yeralmıştır.
Budist tapınaklarındaki dinsel ve sosyal yaşamın çok ayrıntılı kuralları vardır. Özellikle, en eski metinlerden olan ve keşişlerin, rahiplerin, rahibelerin manastır ve tapınak yaşamlarını düzenleyen kurallar (Patimokkha) arasında, Theravada budizminde erkek görevlilerle (bhikkhus) ilgili 227 kural bulunmasına karşın, kadın görevlilerle (bhikkhunis) ilgili kuralların sayısı 311’dir. Bir başka tarikatte sırasıyla 250 ve 348 olan kuralların sayısı Mahayana geleneğinde azaltılmıştır.
Budha’nın vefatından üç ay sonra toplanan Birinci Budist Konseyi’ne başkanlık eden rahip Maha Kassapa’nın, Sangha içerisindeki kadınlara karşı nispeten soğuk bir tavır takındığı ve kadınların etkisinin daha fazla artmasını istemediği bilinmekle birlikte, o dönemde yazılan metinler dikkatli incelendiğinde, o zamanlarda dahi budizmin kadınları daha önce görülmemiş ölçüde yücelttiği, en azından erkeklerden aşağı görmemiş olduğu gözlemlenebilir. Daha sonraki yorumlarda ise böylesi bir ayrımcılığın tamamen ortadan kalktığı görülmektedir.
Budizmin en tutucu mezhebini kabul etmiş olan Kuzey Tayland’da çok eskilerde bir dönem, kadınların stupaların etrafında dolaşmalarının yasaklanmış olduğu bilinmektedir. Bugünün Budist öğretilerinde, hiçbir Budist mezhebinde böyle bir uygulama söz konusu olmamakla birlikte, çok dar bir coğrafyada, Taylandlıların önceki dinleri olan Hinduizmin ve yerel geleneklerinin etkisiyle kısa bir süre için sergilenen böylesi bir tutum, budizm karşıtları tarafından, gerçekte sanki bir kadın ayrımcılığı varmışcasına son derece kolaycı ve yanıltıcı bir örnek olarak gösterilmiştir. Oysa ki gerçekte, bugün ülkemizde de çeşitli varyantlarıyla yaygınlaştırılmaya çalışılan ve maalesef ki erkeklerden çok kadınlarımızın itibar etmekte olduğunu gözlemlediğimiz Hinduizm, kadını âdet döneminde pis ve yaklaşılmaz kabul ediyordu. Kuzey Tayland’da yukarıda sözedilen, Hinduizmin etkisindeki çok kısa süren bu uygulamadan da zaten bir süre sonra vazgeçilmiş; bu özel hal bir doğa kanunu ve yaşamın sürdürülmesinin önemli ve tamamlayıcı bir unsuru kabul edilerek, geçmişte yapılan bu uygulamanın yanlış ve bu dönemlerinde kadınları kusurlu görmenin din kuralları ile bağdaştırılamayacak kadar ayıplanması gereken bir tutum olduğu açıkça ifade edilmiştir. Hattâ bazı Budist üstatlar bu durumu, kadının doğadan gelen yaratıcı gücünün kanıtı ve sembolü olarak göstermişler ve bir artı değer kabul etmişlerdir.
Hindistan’ın en eski dinlerinden brahmanizmin rahipleri de kadını tapınakların ve kutsal mekânların dışında tutmuşlardır. Çoğu toplumda böylesi batıl inançlara rastlanmaktadır. Yine Tayland’dan bir örnek vermek gerekirse, içki yapmak amacıyla pirincin mayalanması sırasında kadınlar, mayanın bozulmaması için o bölgeye yaklaştırılmazlardı. Eskiden beri denizcilikte de buna benzer kadın karşıtı boşinançların olduğu bilinmektedir. Yine Hindu inancından Thai kültürüne geçen bir geleneğe göre, âdet dönemlerinde kadınların ibadet etmeleri yasaktır. Aynı gelenek farklı kısıtlamalar içerecek şekilde Uzakdoğudan bazı Ortadoğu dinlerine de geçmiştir. Dahası da var; eski Hindu geleneğinde kocası ölen bir kadın artık yararsız, işe yaramaz, hattâ sakıncalı kabul edilir ve en tutucu Hindu mezheplerinden birinde ise kadın cenaze töreninde kocasının yakıldığı odun yığınlarına atılırdı.
Bugün için bize çok komik gelecek, ama yine de bir dönem, budizmin anafikirlerinin açıklıkla kavranamadığı ve Hinduizmle brahmanizmin aşırı derecede etkisinde kaldığı anlaşılan ilk dönemin güney tarikatlerinin birinde, bir süre, bir kadının üstün spiritüel gelişmişlik düzeyine ulaşması durumunda erkeğe dönüşeceğine inanılmıştır.
O günün kargaşa ortamında rahibe manastırları korumasız ve savunmasız bırakılamazdı. Bu nedenle yetişkin ya da yaşlı rahipler arasından seçilerek bu manastırlara belirli sürelerle ‘şaperon’ (eşlik eden, koruyucu) din görevlileri ve öğretmenlerin atanması gerekiyordu ki, böyle bir görev, onların kendi tapınaklarındaki eğitim ve öğretimlerini kısıtlamakta olduğundan pek de istenmemekteydi. Zamanla manastırların içinden de, erkek din görevlilerinin yardımı olmaksızın kadınların kendi başlarına spiritüel gelişme sağlayamayacakları izlenimini uyandıran bu uygulamaya tepkiler gelmiştir. Bir başka görüşe göre ise kadınlara erkeklerden daha katı kurallar koyma, onlar için manastır yaşamını cazip olmaktan çıkarma amacını taşımaktaydı. Çünkü bir arada yaşama ve cinsiyet farklılığı nedeniyle duyulabilecek rahatsızlıklar, kendilerini geliştirme ve aydınlanma çabalarına engel teşkil edebilecekti; yapılacak tek şey ise kendilerini bu tür sorunlardan arındırmaktı.
Budha’nın sağlığında Budist rahibelerin sayıları hayli kabarık iken, onun ölümünden sonra bir süre rahibe yetiştiren yeni manastır açılmamış ve zamanla, özellikle Theravada okulunda, dinsel unvan sahibi kadın görevlilerin sayıları gittikçe azalmıştır. Oysa bugün doğudan çok batı toplumlarında kadın din görevlilerinin, ya da kendisine unvan verilmiş kadın ustaların sayılarının hızla arttığı gözlemlenmektedir.
Burada bizce önemle üzerinde durulması gereken husus, hangi örneklerde ve ne ölçüde geçmişten farklı uygulamaların gözlendiğinden çok, o dinin veya dinsel anlayışın ‘eğilimi’ ve ‘nihai amacı’ olmalıdır. Bu durumda budizmin genel prensiplerinin de, ileriye dönük amacının da, kadınların aydınlanarak erkeklerle birlikte hem dünya yaşamını hem de spiritüel yaşamı paylaşmaları gerektiğini öngörmesi ve kadına geçmişle kıyaslanamayacak kadar güvenip değer vermiş olmasıdır.
Esasında Hindistan’ın brahmanizm ve Hinduizmden de önce bilinen en eski Hindo-Aryan dönemi kültüründe, yani bir anlamda erken hint toplumunda, çok açık bir şekilde kadının da saygın ve etkin bir konuma sahip olduğu görülmektedir. Hattâ o dönemin ilahileri ve dinsel şarkıları arasında kadınlar tarafından bestelenmiş olanlar vardır. O dönemde dinsel törenlere de kadınların erkeklerle birlikte katıldıkları biliniyor. Dinsel bağnazlık her yerde olduğu gibi, zamanla hint kültüründe de kadını ikinci plana itmiştir. Nitekim brahmanizmin etkin olmaya başladığı dönemlerde ve bölgelerde, brahman rahiplerinin baskısıyla dinsel buyrukların, törenlerin ve edebiyatın ciddi biçimde kadın-karşıtı özellikler göstermeye başladığını; aradan geçen zaman içerisinde kadının toplum yaşamından da dinsel yaşamdan da dışlandığını görüyoruz. Tabii ki esasında bu, kadını dinsel bakımdan aşağıda görmenin sonucuydu. Özellikle katı bir kast sisteminin olduğu hint yarımadasında alt kastlara inildikçe kadının ezilmişliğinin ve değer yitiminin giderek arttığı kolayca gözlemlenebilmektedir. Çin toplumundaysa Konfüçyüs’ün ve taoculuğun etkisiyle olsa gerek, kadın hint toplumlarına göre hemen her zaman daha değerli görülmüştür.
Hindistan’da köleler ve kadınlar Veda’ları okuyamaz; bir kadın sadece kendi yaşamı, inancı, ibadeti ve eylemlerinin karşılığı olarak cennete gidemez; ancak kocasına itirazsız itaati ve onun rızası ile bunu gerçekleştirebilirdi. Bu inancın yansımalarını Ortadoğu dinlerinde kolaylıkla görebilmekteyiz. Brahman mitolojisi ve şeriatı kadını günahkâr ve her an şeytana uyabilen, kötülük işleme potansiyeline sahip ve zayıf karakterli olarak kabul etmiştir. Brahmanizmin kanlı kurban törenleri gibi kadınlar konusundaki bu karalamacı ve aşağılayıcı tutumunun Mekke dönemi sonrasındaki islamı da etkilemiş olduğu çok açıktır.
Budha işte böylesi bir ortamda brahmanların bu tür dogmalarına ve boşinançlarına karşı da mücadele vermiş bir bilgedir. Hint toplumuna egemen kılınan kast sistemini ilk kez insanlığa aykırı bularak kıyasıya eleştiren de Budha olmuştur. Budha brahman tanrılarını reddetmiş, yoksaymış ve temel doktrin olarak kurtuluşa ancak herkesin kendi çabasıyla ulaşabileceğini, kadın-erkek farkı gözetilmeksizin insan olarak herkesin spiritüel eşitliğini öngörmüştür.
Budha bir defasında, karısı Mallika’dan erkek çocuk beklerken kızı doğduğunda kederlenen kral Pasenadi’yi şu sözlerle teselli etmiştir: “Üzülme ey Kral ! Bu çocuk sana, kızdan gelen bir soyun belki de erkek çocuğunkinden daha soylu ve hayırlı olduğunu gösterecektir (kanıtlayacaktır).“
Bu, zamanına göre gerçekten de devrimci bir ifadeydi.
Daha ayrıntılı biçimde bir kitaba konu olabilecek kadar geniş ve kapsamlı olan ‘Budizm’de kadın’ konusunu, yeterli fikrin oluştuğunu kabul ederek burada sonlandırmadan önce, kadın Budistlerin dayanışmaları için özellikle batı toplumlarında çok sayıda organizasyonlar oluşturulduğu; bunların üst örgütünün, diğer adı ‘Buda’nın Kızları’ olan ‘Uluslararası Budist Kadınlar Birliği’ (IABW) olduğunu hatırlatmakta yarar görüyoruz.
Bugün batı toplumlarında Budizm’in, diğer inançlara göre hızlı bir biçimde yaygınlaşmasının en önemli nedenlerinden birisi, temelinde cinsiyet ayrımcılığının olmamasıdır.
Bir başka husus da Budist inanca göre Sakyamuni Budha’nın önceki doğumlarının tümünde erkek olmadığı savıdır. Hattâ kadın budha “Tara” budizmin en önemli figürlerindendir. Zaten Budha, kadınların da “budalık” düzeyine çıkabilmelerinin önünde hiçbir engelin bulunmadığını açıkça ve defalarca belirtmiştir.
Eski Budist metinlerinin batı dillerine yapılmış olan çevirilerinde geçen ‘man’ orijinal anlamında çoğunlukla erkek değil de ‘insan’ olarak anlaşılmalıdır. Keza ‘çocuk’ anlamındaki ‘putta’ (child), pek çok çeviriye oğul (son) olarak geçmiş; tabii oradan da dilimize veya alıntı yapılan diğer dillere ‘insan/çocuk’ yerine ‘adam/oğul’ olarak aktarılmıştır. Bunda Tripitaka’nın ilk derlemelerinin (ki yaklaşık olarak İ.Ö. 90 yıllarında tamamlanmıştır) keşişler topluluğu tarafından yapılmış olmasının etkisi vardır. Bütün derleme görevlilerinin erkeklerden oluşması, o devirdeki hint sosyal değerlerinin etkisiyle eski Budist metinlerine budizmin androsentrik (erkek-merkezli) bir inanç olduğu kanısını uyandıran nüansların da, hattâ bunların yanında birtakım efsanevi hikayelerin katışmasının da nedenini oluşturmuştur. Bunun yanında Budha’nın eleştirdiği ve kendi öğretisiyle kıyasladığı diğer dinler ve inanç sistemlerinin temelde erkek-egemen doktrinler olması, budizmin onları eleştirirken dahi, kaçınılmaz olarak kendi dini hakkında böyle bir izlenimin yaratılmasına neden olduğu da söylenebilir.
Budizmde kadının yeri diğer dinlere göre oldukça farklıdır, hele de İ.Ö. altıncı yüzyılın koşulları ile birlikte değerlendirildiğinde... Budha dinsel ve sosyal yaşama katılma konusunda kadınlara tam anlamıyla özgürlük kazandırmıştır ve bu konuda tarihteki ilk dinsel önderdir. Budizmden önce kadının toplumdaki yeri ve görevleri, evi ve mutfağı ile sınırlandırılmıştı. Eski dinlerin kutsal kitaplarında kadınlardan sözedilmez, tapınaklara girmelerine müsaade edilmez, dinsel objeler arasında da kadına ait olanlara rastlanmazdı. Özetle o dönemde kadının toplumdaki yeri çok aşağılardaydı. Budha başta ‘Samyutta Nikaya’ olmak üzere bütün söylem ve vaazlarında bu durumu eleştirmiş; ırk ve kast farkı gözetmeksizin bütün kadınların toplum yaşamına ve dinsel yaşama, hiçbir ayrım yapılmaksızın katılmaları gerektiğinden sözetmiştir. Toplumda ve dinsel yaşamda kadınların da bilgileri, deneyimleri ve kapasiteleri elverdiği ölçüde, yeterli bilgelik ve yoğunlaşma ile, tıpkı erkekler gibi en yüksek aydınlanma düzeylerine ulaşabilecekleri ve eşit spiritüel potansiyele sahip oldukları tezini yirminci yüzyıla gelinceye kadar dünya tarihinde savunan ilk ve tek önder Sakyamuni Budha olmuştur. Günümüzde pek çok dinin kadınlara özgürlük ve eşitlik getirdiği öne sürülse de, bu ya uygulamada daha başından sözde kalmış; ya da zaman içinde o inanç sistemine kadın haklarını kısıtlayıcı pek çok unsur eklenmiştir. Bilindiği üzere kadınların oy kullanma hakkına sahip olabilmesi için bile yüzlerce hattâ binlerce yılın geçmesi gerekmiştir; dahası, şeriatla yönetilen islam ülkelerinde kadınlara bu en temel hakları bugün dahi verilmemiştir. Budizme göre ise, kadını aşağı derecede görmek, aslâ kabul edilebilir birşey değildir.
Budha’nın sağlığında, köklü bir Budist ailenin kızı olan Visakha, kadın din görevlilerinin tapınakta ve özel hayattaki yaşamlarının düzenlenmesine ilişkin konularda, yani bir bakıma kadının Sangha’daki yeri ve rolünün belirlenmesinde Sakyamuni Budha’ya uzun süre danışmanlık yapmış; bu görevini Büyük Üstad’ın vefatından sonra da sürdürmüştür.
Annesi Maya’nın ölümünden sonra küçük Budha’yı yetiştirip büyüten teyzesi Kraliçe Maha Prajapati, Sangha’ya kabul edilmiş, aydınlanmasından sonra Budha’nın yanında yer almış, onunla sık sık görüş alışverişinde bulunmuş ve dinsel düzenin oluşturulup güçlendirilmesinde önemli rol oynamıştır. Bu nedenle aynı zamanda Bodhisattva’nın ilk öğretmeni de olan teyzesi ve üveyannesi Prajapati ilk Budist rahibe kabul edilir.
Ananda da, üstadın çok değer verdiği bir başka kadın kişiliktir. Özetlersek, daha Budha’nın sağlığında kadınlar Sangha’ya katılmışlar, hattâ kendisiyle birlikte çalışmışlar; keşişler ve rahiplerin yanında, ilk zamanlar sayıları az da olsa rahibeler yeralmıştır.
Budist tapınaklarındaki dinsel ve sosyal yaşamın çok ayrıntılı kuralları vardır. Özellikle, en eski metinlerden olan ve keşişlerin, rahiplerin, rahibelerin manastır ve tapınak yaşamlarını düzenleyen kurallar (Patimokkha) arasında, Theravada budizminde erkek görevlilerle (bhikkhus) ilgili 227 kural bulunmasına karşın, kadın görevlilerle (bhikkhunis) ilgili kuralların sayısı 311’dir. Bir başka tarikatte sırasıyla 250 ve 348 olan kuralların sayısı Mahayana geleneğinde azaltılmıştır.
Budha’nın vefatından üç ay sonra toplanan Birinci Budist Konseyi’ne başkanlık eden rahip Maha Kassapa’nın, Sangha içerisindeki kadınlara karşı nispeten soğuk bir tavır takındığı ve kadınların etkisinin daha fazla artmasını istemediği bilinmekle birlikte, o dönemde yazılan metinler dikkatli incelendiğinde, o zamanlarda dahi budizmin kadınları daha önce görülmemiş ölçüde yücelttiği, en azından erkeklerden aşağı görmemiş olduğu gözlemlenebilir. Daha sonraki yorumlarda ise böylesi bir ayrımcılığın tamamen ortadan kalktığı görülmektedir.
Budizmin en tutucu mezhebini kabul etmiş olan Kuzey Tayland’da çok eskilerde bir dönem, kadınların stupaların etrafında dolaşmalarının yasaklanmış olduğu bilinmektedir. Bugünün Budist öğretilerinde, hiçbir Budist mezhebinde böyle bir uygulama söz konusu olmamakla birlikte, çok dar bir coğrafyada, Taylandlıların önceki dinleri olan Hinduizmin ve yerel geleneklerinin etkisiyle kısa bir süre için sergilenen böylesi bir tutum, budizm karşıtları tarafından, gerçekte sanki bir kadın ayrımcılığı varmışcasına son derece kolaycı ve yanıltıcı bir örnek olarak gösterilmiştir. Oysa ki gerçekte, bugün ülkemizde de çeşitli varyantlarıyla yaygınlaştırılmaya çalışılan ve maalesef ki erkeklerden çok kadınlarımızın itibar etmekte olduğunu gözlemlediğimiz Hinduizm, kadını âdet döneminde pis ve yaklaşılmaz kabul ediyordu. Kuzey Tayland’da yukarıda sözedilen, Hinduizmin etkisindeki çok kısa süren bu uygulamadan da zaten bir süre sonra vazgeçilmiş; bu özel hal bir doğa kanunu ve yaşamın sürdürülmesinin önemli ve tamamlayıcı bir unsuru kabul edilerek, geçmişte yapılan bu uygulamanın yanlış ve bu dönemlerinde kadınları kusurlu görmenin din kuralları ile bağdaştırılamayacak kadar ayıplanması gereken bir tutum olduğu açıkça ifade edilmiştir. Hattâ bazı Budist üstatlar bu durumu, kadının doğadan gelen yaratıcı gücünün kanıtı ve sembolü olarak göstermişler ve bir artı değer kabul etmişlerdir.
Hindistan’ın en eski dinlerinden brahmanizmin rahipleri de kadını tapınakların ve kutsal mekânların dışında tutmuşlardır. Çoğu toplumda böylesi batıl inançlara rastlanmaktadır. Yine Tayland’dan bir örnek vermek gerekirse, içki yapmak amacıyla pirincin mayalanması sırasında kadınlar, mayanın bozulmaması için o bölgeye yaklaştırılmazlardı. Eskiden beri denizcilikte de buna benzer kadın karşıtı boşinançların olduğu bilinmektedir. Yine Hindu inancından Thai kültürüne geçen bir geleneğe göre, âdet dönemlerinde kadınların ibadet etmeleri yasaktır. Aynı gelenek farklı kısıtlamalar içerecek şekilde Uzakdoğudan bazı Ortadoğu dinlerine de geçmiştir. Dahası da var; eski Hindu geleneğinde kocası ölen bir kadın artık yararsız, işe yaramaz, hattâ sakıncalı kabul edilir ve en tutucu Hindu mezheplerinden birinde ise kadın cenaze töreninde kocasının yakıldığı odun yığınlarına atılırdı.
Bugün için bize çok komik gelecek, ama yine de bir dönem, budizmin anafikirlerinin açıklıkla kavranamadığı ve Hinduizmle brahmanizmin aşırı derecede etkisinde kaldığı anlaşılan ilk dönemin güney tarikatlerinin birinde, bir süre, bir kadının üstün spiritüel gelişmişlik düzeyine ulaşması durumunda erkeğe dönüşeceğine inanılmıştır.
O günün kargaşa ortamında rahibe manastırları korumasız ve savunmasız bırakılamazdı. Bu nedenle yetişkin ya da yaşlı rahipler arasından seçilerek bu manastırlara belirli sürelerle ‘şaperon’ (eşlik eden, koruyucu) din görevlileri ve öğretmenlerin atanması gerekiyordu ki, böyle bir görev, onların kendi tapınaklarındaki eğitim ve öğretimlerini kısıtlamakta olduğundan pek de istenmemekteydi. Zamanla manastırların içinden de, erkek din görevlilerinin yardımı olmaksızın kadınların kendi başlarına spiritüel gelişme sağlayamayacakları izlenimini uyandıran bu uygulamaya tepkiler gelmiştir. Bir başka görüşe göre ise kadınlara erkeklerden daha katı kurallar koyma, onlar için manastır yaşamını cazip olmaktan çıkarma amacını taşımaktaydı. Çünkü bir arada yaşama ve cinsiyet farklılığı nedeniyle duyulabilecek rahatsızlıklar, kendilerini geliştirme ve aydınlanma çabalarına engel teşkil edebilecekti; yapılacak tek şey ise kendilerini bu tür sorunlardan arındırmaktı.
Budha’nın sağlığında Budist rahibelerin sayıları hayli kabarık iken, onun ölümünden sonra bir süre rahibe yetiştiren yeni manastır açılmamış ve zamanla, özellikle Theravada okulunda, dinsel unvan sahibi kadın görevlilerin sayıları gittikçe azalmıştır. Oysa bugün doğudan çok batı toplumlarında kadın din görevlilerinin, ya da kendisine unvan verilmiş kadın ustaların sayılarının hızla arttığı gözlemlenmektedir.
Burada bizce önemle üzerinde durulması gereken husus, hangi örneklerde ve ne ölçüde geçmişten farklı uygulamaların gözlendiğinden çok, o dinin veya dinsel anlayışın ‘eğilimi’ ve ‘nihai amacı’ olmalıdır. Bu durumda budizmin genel prensiplerinin de, ileriye dönük amacının da, kadınların aydınlanarak erkeklerle birlikte hem dünya yaşamını hem de spiritüel yaşamı paylaşmaları gerektiğini öngörmesi ve kadına geçmişle kıyaslanamayacak kadar güvenip değer vermiş olmasıdır.
Esasında Hindistan’ın brahmanizm ve Hinduizmden de önce bilinen en eski Hindo-Aryan dönemi kültüründe, yani bir anlamda erken hint toplumunda, çok açık bir şekilde kadının da saygın ve etkin bir konuma sahip olduğu görülmektedir. Hattâ o dönemin ilahileri ve dinsel şarkıları arasında kadınlar tarafından bestelenmiş olanlar vardır. O dönemde dinsel törenlere de kadınların erkeklerle birlikte katıldıkları biliniyor. Dinsel bağnazlık her yerde olduğu gibi, zamanla hint kültüründe de kadını ikinci plana itmiştir. Nitekim brahmanizmin etkin olmaya başladığı dönemlerde ve bölgelerde, brahman rahiplerinin baskısıyla dinsel buyrukların, törenlerin ve edebiyatın ciddi biçimde kadın-karşıtı özellikler göstermeye başladığını; aradan geçen zaman içerisinde kadının toplum yaşamından da dinsel yaşamdan da dışlandığını görüyoruz. Tabii ki esasında bu, kadını dinsel bakımdan aşağıda görmenin sonucuydu. Özellikle katı bir kast sisteminin olduğu hint yarımadasında alt kastlara inildikçe kadının ezilmişliğinin ve değer yitiminin giderek arttığı kolayca gözlemlenebilmektedir. Çin toplumundaysa Konfüçyüs’ün ve taoculuğun etkisiyle olsa gerek, kadın hint toplumlarına göre hemen her zaman daha değerli görülmüştür.
Hindistan’da köleler ve kadınlar Veda’ları okuyamaz; bir kadın sadece kendi yaşamı, inancı, ibadeti ve eylemlerinin karşılığı olarak cennete gidemez; ancak kocasına itirazsız itaati ve onun rızası ile bunu gerçekleştirebilirdi. Bu inancın yansımalarını Ortadoğu dinlerinde kolaylıkla görebilmekteyiz. Brahman mitolojisi ve şeriatı kadını günahkâr ve her an şeytana uyabilen, kötülük işleme potansiyeline sahip ve zayıf karakterli olarak kabul etmiştir. Brahmanizmin kanlı kurban törenleri gibi kadınlar konusundaki bu karalamacı ve aşağılayıcı tutumunun Mekke dönemi sonrasındaki islamı da etkilemiş olduğu çok açıktır.
Budha işte böylesi bir ortamda brahmanların bu tür dogmalarına ve boşinançlarına karşı da mücadele vermiş bir bilgedir. Hint toplumuna egemen kılınan kast sistemini ilk kez insanlığa aykırı bularak kıyasıya eleştiren de Budha olmuştur. Budha brahman tanrılarını reddetmiş, yoksaymış ve temel doktrin olarak kurtuluşa ancak herkesin kendi çabasıyla ulaşabileceğini, kadın-erkek farkı gözetilmeksizin insan olarak herkesin spiritüel eşitliğini öngörmüştür.
Budha bir defasında, karısı Mallika’dan erkek çocuk beklerken kızı doğduğunda kederlenen kral Pasenadi’yi şu sözlerle teselli etmiştir: “Üzülme ey Kral ! Bu çocuk sana, kızdan gelen bir soyun belki de erkek çocuğunkinden daha soylu ve hayırlı olduğunu gösterecektir (kanıtlayacaktır).“
Bu, zamanına göre gerçekten de devrimci bir ifadeydi.
Daha ayrıntılı biçimde bir kitaba konu olabilecek kadar geniş ve kapsamlı olan ‘Budizm’de kadın’ konusunu, yeterli fikrin oluştuğunu kabul ederek burada sonlandırmadan önce, kadın Budistlerin dayanışmaları için özellikle batı toplumlarında çok sayıda organizasyonlar oluşturulduğu; bunların üst örgütünün, diğer adı ‘Buda’nın Kızları’ olan ‘Uluslararası Budist Kadınlar Birliği’ (IABW) olduğunu hatırlatmakta yarar görüyoruz.
Bugün batı toplumlarında Budizm’in, diğer inançlara göre hızlı bir biçimde yaygınlaşmasının en önemli nedenlerinden birisi, temelinde cinsiyet ayrımcılığının olmamasıdır.
Budizmde, semavi dinlerin aksine teoride kadın–erkek eşitsizliği yoktur. Eskiden de, bugün de Budist tapınaklarında kadınlarla erkekler bir arada ibadet edebilmekte; manastırlarda erkeklerle birlikte kadın din görevlileri de yetiştirilmektedir.
Bir başka husus da Budist inanca göre Sakyamuni Budha’nın önceki doğumlarının tümünde erkek olmadığı savıdır. Hattâ kadın budha “Tara” budizmin en önemli figürlerindendir. Zaten Budha, kadınların da “budalık” düzeyine çıkabilmelerinin önünde hiçbir engelin bulunmadığını açıkça ve defalarca belirtmiştir.
Eski Budist metinlerinin batı dillerine yapılmış olan çevirilerinde geçen ‘man’ orijinal anlamında çoğunlukla erkek değil de ‘insan’ olarak anlaşılmalıdır. Keza ‘çocuk’ anlamındaki ‘putta’ (child), pek çok çeviriye oğul (son) olarak geçmiş; tabii oradan da dilimize veya alıntı yapılan diğer dillere ‘insan/çocuk’ yerine ‘adam/oğul’ olarak aktarılmıştır. Bunda Tripitaka’nın ilk derlemelerinin (ki yaklaşık olarak İ.Ö. 90 yıllarında tamamlanmıştır) keşişler topluluğu tarafından yapılmış olmasının etkisi vardır. Bütün derleme görevlilerinin erkeklerden oluşması, o devirdeki hint sosyal değerlerinin etkisiyle eski Budist metinlerine budizmin androsentrik (erkek-merkezli) bir inanç olduğu kanısını uyandıran nüansların da, hattâ bunların yanında birtakım efsanevi hikayelerin katışmasının da nedenini oluşturmuştur. Bunun yanında Budha’nın eleştirdiği ve kendi öğretisiyle kıyasladığı diğer dinler ve inanç sistemlerinin temelde erkek-egemen doktrinler olması, budizmin onları eleştirirken dahi, kaçınılmaz olarak kendi dini hakkında böyle bir izlenimin yaratılmasına neden olduğu da söylenebilir.
Budizmde kadının yeri diğer dinlere göre oldukça farklıdır, hele de İ.Ö. altıncı yüzyılın koşulları ile birlikte değerlendirildiğinde... Budha dinsel ve sosyal yaşama katılma konusunda kadınlara tam anlamıyla özgürlük kazandırmıştır ve bu konuda tarihteki ilk dinsel önderdir. Budizmden önce kadının toplumdaki yeri ve görevleri, evi ve mutfağı ile sınırlandırılmıştı. Eski dinlerin kutsal kitaplarında kadınlardan sözedilmez, tapınaklara girmelerine müsaade edilmez, dinsel objeler arasında da kadına ait olanlara rastlanmazdı. Özetle o dönemde kadının toplumdaki yeri çok aşağılardaydı. Budha başta ‘Samyutta Nikaya’ olmak üzere bütün söylem ve vaazlarında bu durumu eleştirmiş; ırk ve kast farkı gözetmeksizin bütün kadınların toplum yaşamına ve dinsel yaşama, hiçbir ayrım yapılmaksızın katılmaları gerektiğinden sözetmiştir. Toplumda ve dinsel yaşamda kadınların da bilgileri, deneyimleri ve kapasiteleri elverdiği ölçüde, yeterli bilgelik ve yoğunlaşma ile, tıpkı erkekler gibi en yüksek aydınlanma düzeylerine ulaşabilecekleri ve eşit spiritüel potansiyele sahip oldukları tezini yirminci yüzyıla gelinceye kadar dünya tarihinde savunan ilk ve tek önder Sakyamuni Budha olmuştur. Günümüzde pek çok dinin kadınlara özgürlük ve eşitlik getirdiği öne sürülse de, bu ya uygulamada daha başından sözde kalmış; ya da zaman içinde o inanç sistemine kadın haklarını kısıtlayıcı pek çok unsur eklenmiştir. Bilindiği üzere kadınların oy kullanma hakkına sahip olabilmesi için bile yüzlerce hattâ binlerce yılın geçmesi gerekmiştir; dahası, şeriatla yönetilen islam ülkelerinde kadınlara bu en temel hakları bugün dahi verilmemiştir. Budizme göre ise, kadını aşağı derecede görmek, aslâ kabul edilebilir birşey değildir.
Budha’nın sağlığında, köklü bir Budist ailenin kızı olan Visakha, kadın din görevlilerinin tapınakta ve özel hayattaki yaşamlarının düzenlenmesine ilişkin konularda, yani bir bakıma kadının Sangha’daki yeri ve rolünün belirlenmesinde Sakyamuni Budha’ya uzun süre danışmanlık yapmış; bu görevini Büyük Üstad’ın vefatından sonra da sürdürmüştür.
Annesi Maya’nın ölümünden sonra küçük Budha’yı yetiştirip büyüten teyzesi Kraliçe Maha Prajapati, Sangha’ya kabul edilmiş, aydınlanmasından sonra Budha’nın yanında yer almış, onunla sık sık görüş alışverişinde bulunmuş ve dinsel düzenin oluşturulup güçlendirilmesinde önemli rol oynamıştır. Bu nedenle aynı zamanda Bodhisattva’nın ilk öğretmeni de olan teyzesi ve üveyannesi Prajapati ilk Budist rahibe kabul edilir.
Ananda da, üstadın çok değer verdiği bir başka kadın kişiliktir. Özetlersek, daha Budha’nın sağlığında kadınlar Sangha’ya katılmışlar, hattâ kendisiyle birlikte çalışmışlar; keşişler ve rahiplerin yanında, ilk zamanlar sayıları az da olsa rahibeler yeralmıştır.
Budist tapınaklarındaki dinsel ve sosyal yaşamın çok ayrıntılı kuralları vardır. Özellikle, en eski metinlerden olan ve keşişlerin, rahiplerin, rahibelerin manastır ve tapınak yaşamlarını düzenleyen kurallar (Patimokkha) arasında, Theravada budizminde erkek görevlilerle (bhikkhus) ilgili 227 kural bulunmasına karşın, kadın görevlilerle (bhikkhunis) ilgili kuralların sayısı 311’dir. Bir başka tarikatte sırasıyla 250 ve 348 olan kuralların sayısı Mahayana geleneğinde azaltılmıştır.
Budha’nın vefatından üç ay sonra toplanan Birinci Budist Konseyi’ne başkanlık eden rahip Maha Kassapa’nın, Sangha içerisindeki kadınlara karşı nispeten soğuk bir tavır takındığı ve kadınların etkisinin daha fazla artmasını istemediği bilinmekle birlikte, o dönemde yazılan metinler dikkatli incelendiğinde, o zamanlarda dahi budizmin kadınları daha önce görülmemiş ölçüde yücelttiği, en azından erkeklerden aşağı görmemiş olduğu gözlemlenebilir. Daha sonraki yorumlarda ise böylesi bir ayrımcılığın tamamen ortadan kalktığı görülmektedir.
Budizmin en tutucu mezhebini kabul etmiş olan Kuzey Tayland’da çok eskilerde bir dönem, kadınların stupaların etrafında dolaşmalarının yasaklanmış olduğu bilinmektedir. Bugünün Budist öğretilerinde, hiçbir Budist mezhebinde böyle bir uygulama söz konusu olmamakla birlikte, çok dar bir coğrafyada, Taylandlıların önceki dinleri olan Hinduizmin ve yerel geleneklerinin etkisiyle kısa bir süre için sergilenen böylesi bir tutum, budizm karşıtları tarafından, gerçekte sanki bir kadın ayrımcılığı varmışcasına son derece kolaycı ve yanıltıcı bir örnek olarak gösterilmiştir. Oysa ki gerçekte, bugün ülkemizde de çeşitli varyantlarıyla yaygınlaştırılmaya çalışılan ve maalesef ki erkeklerden çok kadınlarımızın itibar etmekte olduğunu gözlemlediğimiz Hinduizm, kadını âdet döneminde pis ve yaklaşılmaz kabul ediyordu. Kuzey Tayland’da yukarıda sözedilen, Hinduizmin etkisindeki çok kısa süren bu uygulamadan da zaten bir süre sonra vazgeçilmiş; bu özel hal bir doğa kanunu ve yaşamın sürdürülmesinin önemli ve tamamlayıcı bir unsuru kabul edilerek, geçmişte yapılan bu uygulamanın yanlış ve bu dönemlerinde kadınları kusurlu görmenin din kuralları ile bağdaştırılamayacak kadar ayıplanması gereken bir tutum olduğu açıkça ifade edilmiştir. Hattâ bazı Budist üstatlar bu durumu, kadının doğadan gelen yaratıcı gücünün kanıtı ve sembolü olarak göstermişler ve bir artı değer kabul etmişlerdir.
Hindistan’ın en eski dinlerinden brahmanizmin rahipleri de kadını tapınakların ve kutsal mekânların dışında tutmuşlardır. Çoğu toplumda böylesi batıl inançlara rastlanmaktadır. Yine Tayland’dan bir örnek vermek gerekirse, içki yapmak amacıyla pirincin mayalanması sırasında kadınlar, mayanın bozulmaması için o bölgeye yaklaştırılmazlardı. Eskiden beri denizcilikte de buna benzer kadın karşıtı boşinançların olduğu bilinmektedir. Yine Hindu inancından Thai kültürüne geçen bir geleneğe göre, âdet dönemlerinde kadınların ibadet etmeleri yasaktır. Aynı gelenek farklı kısıtlamalar içerecek şekilde Uzakdoğudan bazı Ortadoğu dinlerine de geçmiştir. Dahası da var; eski Hindu geleneğinde kocası ölen bir kadın artık yararsız, işe yaramaz, hattâ sakıncalı kabul edilir ve en tutucu Hindu mezheplerinden birinde ise kadın cenaze töreninde kocasının yakıldığı odun yığınlarına atılırdı.
Bugün için bize çok komik gelecek, ama yine de bir dönem, budizmin anafikirlerinin açıklıkla kavranamadığı ve Hinduizmle brahmanizmin aşırı derecede etkisinde kaldığı anlaşılan ilk dönemin güney tarikatlerinin birinde, bir süre, bir kadının üstün spiritüel gelişmişlik düzeyine ulaşması durumunda erkeğe dönüşeceğine inanılmıştır.
O günün kargaşa ortamında rahibe manastırları korumasız ve savunmasız bırakılamazdı. Bu nedenle yetişkin ya da yaşlı rahipler arasından seçilerek bu manastırlara belirli sürelerle ‘şaperon’ (eşlik eden, koruyucu) din görevlileri ve öğretmenlerin atanması gerekiyordu ki, böyle bir görev, onların kendi tapınaklarındaki eğitim ve öğretimlerini kısıtlamakta olduğundan pek de istenmemekteydi. Zamanla manastırların içinden de, erkek din görevlilerinin yardımı olmaksızın kadınların kendi başlarına spiritüel gelişme sağlayamayacakları izlenimini uyandıran bu uygulamaya tepkiler gelmiştir. Bir başka görüşe göre ise kadınlara erkeklerden daha katı kurallar koyma, onlar için manastır yaşamını cazip olmaktan çıkarma amacını taşımaktaydı. Çünkü bir arada yaşama ve cinsiyet farklılığı nedeniyle duyulabilecek rahatsızlıklar, kendilerini geliştirme ve aydınlanma çabalarına engel teşkil edebilecekti; yapılacak tek şey ise kendilerini bu tür sorunlardan arındırmaktı.
Budha’nın sağlığında Budist rahibelerin sayıları hayli kabarık iken, onun ölümünden sonra bir süre rahibe yetiştiren yeni manastır açılmamış ve zamanla, özellikle Theravada okulunda, dinsel unvan sahibi kadın görevlilerin sayıları gittikçe azalmıştır. Oysa bugün doğudan çok batı toplumlarında kadın din görevlilerinin, ya da kendisine unvan verilmiş kadın ustaların sayılarının hızla arttığı gözlemlenmektedir.
Burada bizce önemle üzerinde durulması gereken husus, hangi örneklerde ve ne ölçüde geçmişten farklı uygulamaların gözlendiğinden çok, o dinin veya dinsel anlayışın ‘eğilimi’ ve ‘nihai amacı’ olmalıdır. Bu durumda budizmin genel prensiplerinin de, ileriye dönük amacının da, kadınların aydınlanarak erkeklerle birlikte hem dünya yaşamını hem de spiritüel yaşamı paylaşmaları gerektiğini öngörmesi ve kadına geçmişle kıyaslanamayacak kadar güvenip değer vermiş olmasıdır.
Esasında Hindistan’ın brahmanizm ve Hinduizmden de önce bilinen en eski Hindo-Aryan dönemi kültüründe, yani bir anlamda erken hint toplumunda, çok açık bir şekilde kadının da saygın ve etkin bir konuma sahip olduğu görülmektedir. Hattâ o dönemin ilahileri ve dinsel şarkıları arasında kadınlar tarafından bestelenmiş olanlar vardır. O dönemde dinsel törenlere de kadınların erkeklerle birlikte katıldıkları biliniyor. Dinsel bağnazlık her yerde olduğu gibi, zamanla hint kültüründe de kadını ikinci plana itmiştir. Nitekim brahmanizmin etkin olmaya başladığı dönemlerde ve bölgelerde, brahman rahiplerinin baskısıyla dinsel buyrukların, törenlerin ve edebiyatın ciddi biçimde kadın-karşıtı özellikler göstermeye başladığını; aradan geçen zaman içerisinde kadının toplum yaşamından da dinsel yaşamdan da dışlandığını görüyoruz. Tabii ki esasında bu, kadını dinsel bakımdan aşağıda görmenin sonucuydu. Özellikle katı bir kast sisteminin olduğu hint yarımadasında alt kastlara inildikçe kadının ezilmişliğinin ve değer yitiminin giderek arttığı kolayca gözlemlenebilmektedir. Çin toplumundaysa Konfüçyüs’ün ve taoculuğun etkisiyle olsa gerek, kadın hint toplumlarına göre hemen her zaman daha değerli görülmüştür.
Hindistan’da köleler ve kadınlar Veda’ları okuyamaz; bir kadın sadece kendi yaşamı, inancı, ibadeti ve eylemlerinin karşılığı olarak cennete gidemez; ancak kocasına itirazsız itaati ve onun rızası ile bunu gerçekleştirebilirdi. Bu inancın yansımalarını Ortadoğu dinlerinde kolaylıkla görebilmekteyiz. Brahman mitolojisi ve şeriatı kadını günahkâr ve her an şeytana uyabilen, kötülük işleme potansiyeline sahip ve zayıf karakterli olarak kabul etmiştir. Brahmanizmin kanlı kurban törenleri gibi kadınlar konusundaki bu karalamacı ve aşağılayıcı tutumunun Mekke dönemi sonrasındaki islamı da etkilemiş olduğu çok açıktır.
Budha işte böylesi bir ortamda brahmanların bu tür dogmalarına ve boşinançlarına karşı da mücadele vermiş bir bilgedir. Hint toplumuna egemen kılınan kast sistemini ilk kez insanlığa aykırı bularak kıyasıya eleştiren de Budha olmuştur. Budha brahman tanrılarını reddetmiş, yoksaymış ve temel doktrin olarak kurtuluşa ancak herkesin kendi çabasıyla ulaşabileceğini, kadın-erkek farkı gözetilmeksizin insan olarak herkesin spiritüel eşitliğini öngörmüştür.
Budha bir defasında, karısı Mallika’dan erkek çocuk beklerken kızı doğduğunda kederlenen kral Pasenadi’yi şu sözlerle teselli etmiştir: “Üzülme ey Kral ! Bu çocuk sana, kızdan gelen bir soyun belki de erkek çocuğunkinden daha soylu ve hayırlı olduğunu gösterecektir (kanıtlayacaktır).“
Bu, zamanına göre gerçekten de devrimci bir ifadeydi.
Daha ayrıntılı biçimde bir kitaba konu olabilecek kadar geniş ve kapsamlı olan ‘Budizm’de kadın’ konusunu, yeterli fikrin oluştuğunu kabul ederek burada sonlandırmadan önce, kadın Budistlerin dayanışmaları için özellikle batı toplumlarında çok sayıda organizasyonlar oluşturulduğu; bunların üst örgütünün, diğer adı ‘Buda’nın Kızları’ olan ‘Uluslararası Budist Kadınlar Birliği’ (IABW) olduğunu hatırlatmakta yarar görüyoruz.
Bugün batı toplumlarında Budizm’in, diğer inançlara göre hızlı bir biçimde yaygınlaşmasının en önemli nedenlerinden birisi, temelinde cinsiyet ayrımcılığının olmamasıdır.